Lettres de Gare Bleues

0
66
Lettres de Gare Bleues

Denizin köpükten dalgalarında, ayaklarımı ıslatıyorum.Kum tanelerinin ayak tabanlarımdaki parıltıları gökyüzünün yıldızımsılarına karışıyor. Islaklığında bir gün yarısının, öylece bekliyorum. Anlatacaklarımı listelediğim deniz kabukları ‘avuç’ kokuyor. Siz avuç içinizi kokladınız mı hiç? Tanır mısınız o kokuyu? Avuç,avuç kadar kahve,avuç kadar mavi.. Parmak aralıklarından sızan gökkuşakları.. Özgürlüğün avuç kokusunu duydunuz mu hiç?

Avuçlarımı kokladım.Sulu,ıslak ve yosun kokuluydu avuçlarım.Denizi avuçladım.Sokaklar deniz tuzu koktu,evlerin kapıları su..

Düşlerimin arasından bir ufuk çizgisi geçti.Denizin sonsuzluğuna inandıran ufuk çizgisini takip ettim.Ufuk çizgisinin başı ve sonu yoktu.Tıpkı kelimeler, cümleler gibi.Anlatamadıklarım birikmişti ayak uçlarımda.Git gelleriyle köpükten dalgalar,kendi küçük alanında yükselip alçalıyordu.Tıpkı bir yeri yontar gibi şiddetleniyordu aniden.Ayak uçlarım mütemadiyen yontuluyordu.Mütemadiyen kesiliyordum.. Anlatmanın bir yolu olmalıydı.Ama ne?

Biri kulağıma bir şeyler fısıldıyordu ama anlamıyordum.Anlayamıyordum.Sesin geldiği yöne çevirdim yüzümü.Aybecer oradaydı.Tam karşımda.Yine aynı zerafetiyle,aynı sakinliğiyle.Parmak uçları kumda geziniyordu onunda. Gözlerinin ela halkalarında uçurtmalar uçuyordu. “Gelmişsin.” diyebildim geldiğine hala inanamayarak.“Geldim.” dedi yine aynı gülümsemeyle.İnsanın gözlerinin içi nasıl gülebilirdi,nasıl?

Aybecer unuttuğum,unutmak istediklerim üzerine bir ayna gibi düşmüştü.Bense aynanın ardında bir gölgeydim.Ayaklanıp yürümeye başladım.Ayak tabanlarımda bedenimi kaplayan bir deri vardı sadece.Çatlak,ıslak ve kumlu.Derimin rüzgarla kuruduğunu hissediyordum.Taştan yolları adımlayan ayaklarım yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun sevinç ve telaşı içindeydi, anlamlandıramıyordum.Eski,sahipsiz evlerin arasından geçiyordum.Kimsesiz sokakların,kayıp çocuklarından biriydim.Umudumu erken ölümlerde yitirmiştim.Ölümün çeşitlerine tanık olmuştu gözlerim.Bu tanışıklılık arttıkça ölümden korkmamaya başladım.Yıllarca korkum cesaretimi yenmişti. Bu yenilgilerin sonunda susmuştum.Tek bir kelime konuşmadan geçiyordum hayattan.Bir laldım.Ve bir tek Aybecer vardı beni konuşturan.Onu özlediğimi anımsıyordum.Özlemimi bastıramıyordum.Bastırmak için çabalamıyordum. Olduğu gibi bırakıyordum. İçimde bir çocuk gibi büyüyen bu özlem kelimeleri,cümleleri çağırıyordu. Anlatmak istiyordum ama anlaşılamayacağımı biliyordum.Kaygılarımla birlikte yürüyüşüme devam ettim. Aybecerin nefesi ensemdeydi. Saçlarımın kıvrımlarındaydı. Rüzgarla savrulan yapraklar dolaşıyordu sokaklarda.Her şeyi geride bırakmalıydım.En azından bu kez bırakabilmeliydim.“Daha ne kadar görmezden geleceksin.” diyordu o narin sesi.Durmamalıydım.Bu diyalog hiç başlamamalıydı. Kaçmalıydım. Alabildiğine koşmalıydım.Adım aralıklarımda ki mesafeyi genişlettim.“Kaçarsın ancak.Korkaksın.Korkak!” Değilim demek istiyordum haykırarak.Hayır değilim.“Kafanın içindekilerden yorulmadın mı artık.Haykırsana!” Bir anlamı yoktu.“Neden?” Çünkü bu tıpkı diş kovuğuna giren kırıntıyı çıkarmak için çabalaman gibi bir şey.Onu çıkaramayacağını bilirsin ama yine de çabalarsın.“Hangi edebi romanı parçaladın da bu cümleyi kurdun.Sen sadece bir kopyasın!” Aybecer iç sesimi nasıl duyabiliyordu? “Ben sadece iç sesin değil,kafanın içindekileri ve bedenindeki uzuvları yani her şeyini temsil ediyorum.Bunu defalarca söyledim.” İç sesimden bir insan mı yaratmıştım yani? İç sesim,beynim ve Aybecer.Bu üçlü kurgandan kurtulmalıydım. Cebimden mızıkamı çıkardım.Kimsesiz sokakla konuşmaya başladım. Kulaklarımla konuştum,parmaklarımla ve avuç içimle konuştum.Sesin uykusunda bir günün yarısına uyandım.Ellerim beyaz önlüğün içinde hareketsizce duruyordu.Duvara çivilenmiş gibiydim.Önlüğüm beyaz bir duvardı.Beyaz ve soğuk.Göz yaşlarım yüzümde kurumuş,yanak derimi kurutmuştu.Yüzüme dokunamıyordum.Hemşire odanın kapısını araladı. Aybecerde hemşirenin ardından odaya girdi.Hemşire iğnenin sarısını damarımda tüketirken Aybecer gözlerime bakıyordu.

“Kabullenmedin değil mi?” Cevap vermiyordum.

“Ne desem şimdi sana,ne söylesem? Özgürlüğü dilinden sil demiştim silmedin,silemedin.Sus dedim susmadın.Hiçbir şey olamadın.Hep aradaydın.Yönün,yolun,izin yoktu.Tüm bunlara rağmen beni de öldürmedin.”

Sen ölürsen ben de ölürüm.Nasıl öldüreyim seni? Hem gözlerine ne oldu senin neden toprak rengi gözlerin?

“Mızıkanı ister misin Şerif?”

Sen iki insanı birden mi birleştirdin? Söyle Aybecer.Madem iç sesimi duyuyorsun söyle.

“Benim iki ismim var Şerif.Biri ‘kum tanesi’ biri ‘çirkin’.İki kelimeyi de iki ayrı lisanla nakşettin alnıma.Hatırlasana.” En azından hatırlamayı becerebiliyordum.Başımı sallayarak onayladım.Haklıydı.İki ayrı insan büyütmüştüm onun göğsünde.İki ayrı lisan bahşetmiştim ona.O hem bir genç hemde bir yaşlıydı.Ama benimdi.Benimle var olan iki ayrı insandı o.

“Artık vakti gelmedi mi Bouclé?”

Gülümsüyordum sadece.Avuç içiyle kavradığı mızıkayı uzattı bana.Mızıka avuçlarımın arasına yerleşti.Mızıkayı kokladım.Mızıkaya sinen avcun kokusunu kokladım.Aybecer gülümseyerek,gözlerimi avuçlarıyla kapattı.

“Yaprak ve rüzgarı dinle.Duyuyor musun?”

Başımı sallıyordum.Gözyaşlarım onun avuçlarına yerleşiyordu.

“Avuçlarım süt koktu Bouclé. Unutmuştum avuçlarımın kokusunu.”

Göz kapaklarımın siyahtan perdesinde mızıkama üfledim nefesimi.Nefesim büyüdü,nefesim orman oldu şimdi. Aybecerin sessiz ağlayışında yeni bir uykuya hazırlandım.Gözlerim çukuruna yerleşti.Mızıka avuç koktu,avuç insan. Avcun kokusunda insana kandım.Uyudum..