GÖLGELER 1

0
65
GÖLGELER 1

Sonsuza uçmak nedir söyle.

Duygularını saklamak nedir söyle.

Söyle söyleyebildiğin kadar.

Saklama asla.

Saklama kendini gerçeklerden.

Bir masalsı dükkandan içeri girdi.

Kitaplar arasında dolaşırken onu gördü.

Eline bir kağıt verdi.

İstediği kitapları getirmesini söyledi.

Kız gülümsedi.

O da…

Ancak arada muhabbet yoktu.

Bakıştılar.

Adam oradan ayrıldı.

Bir günün sonunda kitaplar geldi.

Adam teşekkür ederek aldı.

Evine gitti.

Brahms’ın plağını koydu pikaba.

Dinlerken eline bir kitap aldı okumaya başladı.

Moliere’in Kibarlık Budalası…

Tiyatroyu oldu olası çok severdi.

Tiyatro onun vazgeçilmeziydi.

Komedi…

Bir saatte bitirdi kitabı.

Yorulmuştu.

Lavaboya gitti.

Yüzünü yıkadı.

Elini yüzünü havluya sildi.

Üzerinde günlük evde giydiği elbiseler vardı.

Kahve hazırlamak için mutfağa geçti.

Granülü bardağa koydu, sıcak suyla destekledi.

Pencereden karı seyrederken kahvesini içmeye başladı.

“Biz neydik?”

“Ne olacağız?”

“Neden ben?” gibi sorular beynini delmeye başladı.

Kahvesini içti.

Kanepeye uzandı.

Yıldızları izler gibiydi.

Yoğunsuz bir günün ardından yorgunsu bir kılıfa büründü.

Aklına bazı isimler geldi.

Çoğunlukla yabancıydı.

O aslında bir yabancıydı.

Eski Fransız balkonundan aşağı süzülen kar taneleri ilgisini çekmeye devam ediyordu.

Kalktı.

Kitaplarını inceledi.

Okumadığım bir şey var mı?

Aslında YOK’tu.

Kitaplar sadece okumak için değil izlemek için de vardı.

Kitap kokusunun kahve kokusuna karıştığı o an vazgeçilmez bir karaktere büründüren acımasız kovboylar gibi karanlığa gömülmüş Don Kişot cesaretinden uzaklaşan benliğe kavuşan bir kanarya gibi uçmaya hazırlanıyordu.

Kafasını kaldırdı.

Gerindi.

Evin içinde dolaşmaya başladı.

Bir süre volta attı.

Hapishane kaçkınlığına hazırlanan mahkumlar gibi oradan oraya gidip geliyordu.

Elinde bir kol saati…

Babadan hatıra…

Brahms tekrar tekrar çalmaya devam ediyordu.

Karlar gökyüzünden aşağı yuvarlak sicimler halinde kadınların ellerinde eriyordu.

Bir an durdu.

Dışarı çıkmaya karar verdi.

Bir arabaya bindi.

Biletini uzattı.

Otobüs ilerlemeye başladı.

Önündeki çocuk pencere gülen yüz yapıyordu.

Önce hohladı.

Sonra ismini yazdı.

Yanındaki kadın hamileydi.

İçindeki küçük canavar tekmelemiş olmalı ki karnını okşadı.

Çarpazındaki güzel kız kulaklıkla müzik dinliyordu.

Kulağına Türkçe pop şarkısı sesi geldi.

Otobüs ilerlemeye devam etti.

Bir yaşlı adam içeri girdi.

Dizlerini ovuyordu.

Kalktı.

Ona yer verdi.

Gülümsediler.

Ayakta etrafındakileri inceliyordu.

Gülümsedi.

Yarım saat kadar yolda vakit geçirdi.

İneceği durağa gelince otobüs durdu.

Dışarı çıktı.

Mecidiyeköy kalabalıktı.

Yürüdü.

Yürüdü.

Bir kedi gördü.

Başını güzelce okşadı.

İlerledi.

Çalıştığı yere gelince durdu.

Bir nefes aldı.

İçeri girdi.

Herkes işinde gücündeydi.

Herkese selam verdi.

Masasına oturdu.

Bilgisayarını açtı.

Kendisiyle annesinin resmi vardı.

Kalemlikten bir kalem aldı.

Maaş bordrolarını hazırlamaya çalıştı.

On iki saat çalıştı.

Sonra evine geri döndü.

Her zamanki gibi sıkılmıştı.

Bir koltuğa oturdu.

Televizyonu açtı.

Kanalları değiştirdi.

Programlarını hiçbirini izlemek istemedi.

Kapattı.

Kendine bir yemek hazırladı.

Makarna…

Bekar yemeğiydi.

Pek fazla yemek yapmayı sevmezdi.

Yemeğini yedikten sonra kitaplarına döndü.

Kitaplarından Gogol’un Burun öyküsünü eline aldı.

Okumaya başladı.

Düşen burunla beraber kayboldu.

Absürt evrende kayboldu.

Her şey saçmaydı ona göre.

Saçmalığın içinde boğuluyordu.

Saçmalamak bir sanattı.

Soren Kierkegard doğru söylüyodu.

Bu saçmalıklar arasında eğlenecek o kadar şey vardı ki!

Varoluş sorgulamayı gerektiren ne varsa saçmaydı.

Varoluş nedenini araştırmalıydı.

Düşüncelerimizi saklayabilirdik.

Düşüncelerimizle hareketlerimiz aynı olmak zorunda değildi.

İnsan bu saçmalıklar içinde boğuluyordu.

Herkes aynı olmak zorunda değildi.

İnsanlar farklı davrandıkça ve düşündükçe dünya güzeldi.

Herkes aynı olursa şehir, şehir olmaktan çıkan köy olurdu.

Köy de insan doğasına aykırıydı.

Şehir de öyle…

Medine yani şehir kavramı ortaya atıldıkça şehir medeniyete kapı aralayamıyordu.

Medeniyet insanlık içindi.

Medeniyet insan doğasının bir yansımasıydı.

İnsan ruhunun yüceliğinin…

İnce çizgilerle yansıyan minyatür birer eşek misaliydi etraftaki dev binalar.

Şehir benlikten uzakta bir rezidans memleketi oluvermişti.

Birbirimizin açığını yakalar olmuştuk.

O eski tahta evlerin yerini hiçbir şey alamıyordu.

Kalabalık nüfuslu şehirler medeniyetin merkezi olmaktan uzaklaşıyor, makineleşmek ihtiyacını hissettiriyordu.

Medeniyet bir şehrin kültürel başkent olmasını sağlayacak bir merkez hükmündeydi.

Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar gibi şehrin binalarında insanlıktan uzak uykusuz bir mekan oluvermişti adeta.

Duyduğumuz sesler artık kuş sesleri değildi.

Otomobil seslerinin arasında kaybolmuştuk.

Gürültü her yerdeydi.

Duyduğumuz güzel sesler değil, insanın içini sıkan benlikten uzak, kendiliğini başkalaştıran insan ırkının ihtiyacı olan seslerden uzak bir kavramdı.

Şehir artık bütünlüğünü kaybetmişti.

O da öyle düşünüyordu.

İkimiz de aynıydık aslında.

Ama aramızda bir karmaşa çıkmış, mücadeleden kendimizi kaybetmiştik.

Kayıp bir romandı bizimkisi.

Her şey kendi gibi kayıptı.

Kendini arayan bir derviş misali çölden çöle dolanan mecnun gibi her şey bomboştu.

Yaşamda her şey saçmalamayı gerektiriyordu.

Şehre uyum sağlamak saçmalamakla mümkündü.

Uyum aslında aynı olmak değil, farklılıklar içinde kendine yer bulabilmekti.

Uyumu yakalamak ise herkesin harcı değildi.

Tutunamayanların şehri aslında uyumsuzluktan ileri geliyordu.

Uyumsuz yani aynı olmaktan kaçınmak aslını korumak gerekliydi.

Kendini kaybeden insanların şehriydi artık İstanbul.

Yolu YOK’tu.

Uyumsuz olmaya dayanamazdı insan.

Bir yolunu bulup değişmeli, değiştirmeliydi.

Yoksa uyumsuz insan şehir içine alır yutardı.

Nasıl ki şeker çayın içinde erir, insan da şehrin gölgesinde kaybolur giderdi.

Aslını korumak oynamakla mümkündü.

Rolünü güzel oynarsan şehrin seni yutmasına izin veremezdin.

Şehir bir kayboluştu, gölgeydi.

Asla haritanın kendisi değildi.

Gölgeler şehrin içinde birer nesilden nesle aktarılan bilgilerdi.

Onları değiştirmek ise ustanın elinden çıkan sanat eseriydi.

İroni aslında olması gerekendi.

İroni olmadan da, insan aslını koruyamazdı.

Gözlerini açtı.

Kanepede uyuyakalmıştı.

Düşünceler arasında boğulurken elindeki kitabı yanında duran sehpaya koydu.

Bir bardak su içmek için mutfağa girdi.

Suyunu içip işe gitmek için hazırlandı.

Otobüse binip işine doğru yola çıktı.

İş yerinde bir arkadaşı yanına geldi.

“Nasılsın kardeşim?

“İyiyim, sen?”

“Ne olsun, aynı terane.”

Eline kupa bardakta kahve alıp yanında gitti.

Bir süre konuştular.

Zaman öylece geçti.

Mesai bitiminde evine döndü.

Günün yorgunluğunda yemek yiyip yatağına yattı.

 

PAYLAŞ
Önceki İçerikDünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri Raflarda
Sonraki İçerikTanrı’ya Mektup
Dilara Pınar Arıç
26 Mayıs 1990'da İstanbul'da doğdu. Lisans öğrenimini Fatih Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı'nda burslu olarak gördü. Yüksek lisans çalışmasını Trakya Üniversitesi'nde Sünbülî Sinan'ın Menasik-i Hac adlı eseri üzerine tamamladı. İngilizce, İspanyolca bilmektedir. İnsomnia'nın Saati ve Gülümse Hayata adlı iki kitabı vardır.