İbrahim Peygamber, henüz daha yedi yaşındayken, Allah’ı aramaya başlar ve bir gün babasına, “İnsanı kim yarattı?” diye sorar.

“Seni ben meydana getirdim, beni de babam.”

“Öyle olamaz baba; çünkü ben, yaşlı bir adamın; ‘Ey tanrım, neden bana çocuk vermedin!’ dediğini duydum.”

“Doğrudur oğlum; tanrı herkese, insanı meydana getirmesi için yardım eder; ama, insan da tanrısı için birtakım fedakarlıklar yapmalı ve tanrısının gönlünü hoş tutmalıdır.”

“Peki, kaç tane tanrı var baba?”

“Sonsuz sayıda oğlum.”

“Peki, bir tanrının dediklerini yaparsam diğerleri, kendi dediklerini yapmadığım için benim kötülüğümü isterse, o zaman ben ne yapacağım? Aralarında bir anlaşmazlık çıkarsa, birbirleriyle savaşırlarsa ve benim tanrım diğerleri tarafından öldürülürse nasıl yaşarım?”

“Korkma oğlum! Hiçbir tanrı, bir diğerine savaş açmaz; mabette baş tanrı Baal’ın yanı sıra, bin tanrı daha var ve şu yaşıma geldim, daha içlerinden birinin diğeriyle savaşa tutuştuğunu görmedim. Her tanrının kendi inananları var ve bunlardan hiçbiri, diğerininkiler üzerinde hak iddia etmez.”

“Peki baba, tanrılar neye benzer?”

“Seni budala! Her gün bir tanrı yapıyor ve ekmek almak için başkalarına satıyorum. Sense geçmiş karşıma, tanrıların neye benzediğini soruyorsun! Bak işte şuradaki, palmiye ağacındandır, bu da zeytin ağacından, şuradaki ise fildişinden. İşte görüyorsun, hepsi de nasıl güzel ve nasıl da canlıymış gibi duruyorlar; bir tek nefesleri eksik.”

“Ama baba, tanrıların nefesi yokmuş, sen söylüyorsun işte; öyleyse, insanlara nasıl nefes veriyorlar; kendileri cansızken başka her şeye nasıl can veriyorlar? Baba, bunlar tanrı olamaz!”

“Eğer bu konulardan biraz anlayacak yaşta olsaydın, seni şuracıkta boğuverirdim!”

“Ama baba, insanı tanrılar yaratıyorsa, nasıl olur da insan, kendi tanrılarını yaratabilir? Hem, tanrılar odun ve taştansalar odunu yakmak, taşı da atmak, büyük günah olmaz mı? Madem ki, bu kadar çok tanrı yapmış birisin; o halde tanrılar, bunun mükafatı olarak seni dünyanın en güçlü insanı haline getirmezler miydi? Şu halde, niçin geçimini sürdürmek için hala tanrı yapmaya devam ediyorsun?”

“Çabuk evimden defol! Böyle şeylere senin aklın ermez! Benimle tartışacağına yıkıl karşımdan da şu tanrıyı bitireyim; çünkü, acıkınca ekmek istiyorsun, lâf değil!”

“Yaptığın şu tanrılara bir bak! Onlara istediğin şekli verebiliyorsun; ama onlar, kendilerini koruyamıyor!”

“Herkes bunların birer tanrı olduğu konusunda yanılıyor da bir tek sen mi gerçeği görüyorsun! Tanrılarıma yemin ederim ki, büyük bir adam olsaydın, seni şuracıkta öldürürdüm; şimdi defol karşımdan!”

Kıssadan hisse: İnsan, işte böyle bir varlık; ne zaman başı sıkışsa, ne zaman bir teselli arayacak olsa, kendisine tanrılar yaratıyor. İsimleri, onlardan beklentileri, vb. değişse de bu gerçek değişmiyor. Tanrının tek olması değil, çok sayıda tanrının olması, insan için daha akıllıca(!). Çünkü, tanrıların sayısı arttıkça, birinden yüz bulamadığı zaman ötekine sığınması kolaylaşıyor ve bir tanrıya koşulsuz bağlanma zorunluluğu da ortadan kalkıyor. Kişinin tanrıları da kendisine benziyor; korkakların ve zavallıların tanrıları, korkak ve zavallı; cesur ve güçlü insanların tanrıları ise cesur ve güçlü oluyor. İnsan, aslında kendisine ait şeyleri tanrılaştırıyor. Bu gerçekleri ne kadar anlatırsanız anlatın, kendisine yeni tanrılar aramaya devam ettikçe ve bu işten para kazananlar da varolduğu sürece, mabetleri basıp putları yıksanız bile yeni tanrılar icat edecektir. Çünkü insan, içinde bulunduğu maddi-toplumsal ilişki ve ihtiyaçlara göre kendisine hakikatler yaratıyor ve bunlar değişmedikçe, bu çabalar da sonuçsuz kalıyor. İbrahim’in babası da böyle söylemiyor muydu: “Acıkınca ekmek istiyorsun, lâf değil!”

Peki insan, ne zaman kendi hakikatine yönelik böyle bir açlık duyacak? İnsanda bu açlığı ortaya çıkartmak için ne yapmak lazım? Acaba, başta din olmak üzere bilim, sanat ve benzeri alanlar bu açlığı bir türlü açığa çıkartamadığı için midir ki, bugün hala insanlar, kendilerine çok sayıda put üretip bunlara tapıyorlar? Şu putlara bir bakınız: Hazreti Liberal Demokrasi, Hazreti Avrupa Birliği, Hazreti NATO, Hazreti BM, Hazreti Kapitalizm, Hazreti IMF, Hazreti Dünya Bankası, Hazreti İnsan Hakları, Hazreti Evrenselcilik, Hazreti Özgürlük, falan filan.

Ne dersiniz, acaba Felsefe refleksiyona; düşüncenin kendi üzerine çevrilmesine dayalı bir etkinlik olması bakımından, bu öz hakikate yönelik böyle bir açlığın ortaya çıkmasını ve bu yolla putlardan kurtulmayı sağlayamaz mı? Şimdiye kadarki Felsefe bunu sağlayamamışsa acaba nerelerde, nasıl bir hata yapıldı ve bugün bile sürdürülmekte ki, insanlığın büyük bir bölümü hala putperest!

Buna bir mim koyalım…

PAYLAŞ
Önceki İçerikBekleme Odası
Sonraki İçerikSahi Ne Zaman Sevmiştim Ben Seni
Alkım Saygın
Alkım Saygın, 1982’de Trabzon’da doğdu. 2005 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü birincilikle bitirdi. 2010 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı’nda “Kant ve Levinas Etiğinde Özgürlük Kavramı Üzerine” isimli teziyle yüksek lisansını tamamladı. 2015 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı’nda “20. Yüzyıl Türk Düşüncesinde Garbiyatçılık (Oksidentalizm) Üzerine Bir İnceleme” isimli doktora çalışmasını bitirdi. Bekâr ve iyi derecede İngilizce bilen Alkım Saygın, meslek hayatını çeşitli yayınevi ve dergilerde yazarlık, editörlük, çevirmenlik, yayın koordinatörlüğü, yayın danışmanlığı ve genel yayın yönetmenliği yaparak sürdürmektedir.