Sahibine Ulaşabilecek Mektuplar / “Ah, Bu Akşam İstanbul Gibiyim…”

0
99

Hava, mevsim normallerine uygun yağmakta ve henüz sokaklar kalabalıklaşmamışken, yola çıkıyorum, neredeyse seher vaktinde…Her gün dinlemeyi alışkanlık edindiğim radyo programının başlangıcında, ilk kez duyduğum bir şarkı çalıyor. Sözleri, uzak geçmişin kırılgan zamanlarına uzanıyor  :

“Bir zamanlar ben de çocuktum,
Cebimde misketlerim,  topacım vardı.
Komşu teyze, ekmeğe salça sürer,
Annem de arada camdan bakardı…”

Sokaklarımız vardı,  hep birlikte  icat ettiğimiz oyunlar oynadığımız arkadaşlarımız  ve  komşu teyzelerimiz vardı, anne yarımız gibi  bizi de kendi çocuklarından ayırmayan, akşam üzerleri hepimize kurabiye, kek, bisküvi,  üzerine salça veya şekerli margarin sürülmüş ekmek dilimleri dağıtan…Annelerimiz, camdan  sarkardı arada evet, seslerinin ulaşabileceği uzaklıkta olup olmadığımızı anlamak için bize seslenirlerdi. Akşam olduğunda, sokakları, pişen yemeklerin kokusu sarardı. O kokular, gizli bir sevinçle doldururdu içimizi ve  bir yere ait olmanın ferahlığını duyardık. Mevsimlerden kış ise, sokağa az çıkılırdı ama yine de hava almak için  güneşin cılız ısısını yaydığı saatlerde, bahçede  dolaşmaya iznimiz vardı. Ayvalara ve narlara dokunurdum ben. Dallardan sarkan, çatlamış narların üzerinde dolaşan  karıncaları izlerdim. Ayva ağacının dibinde kır menekşeleri vardı, yapraklarının arasında saklanırlardı, ancak güneş üzerlerine vurdukça  güzel kokularını duyardım, hafif bir esintide . Ben onları mütevazi insanlara benzetirdim o günlerde de, ne kadar güzel ve eşsiz olduklarının farkında olmayan insanlara…Çiğdemler  vardı bahçede, artık ne menekşelere,  ne de çiğdemlere rastlamıyorum  çiçekçi tezgahlarında…

İlkbaharda, yan bahçedeki erik ağacının dalları önce yeşerir, sonra çiçek açardı.Erikler kendini gösterdiğinde,  duvarın üzerine çıkar, bizim tarafa sarkan dallardaki eriklerden göz kiramı (!)  alırdım  büyük keyifle.

Yaz ayında, bahçemizde babamı ve pişirdiği pabuç köfteleri izlerdik mangal başında bekleyen kediler gibi. Bazen rahmetli ciciannemin köftelerinin kimyon kokusu sarardı bahçeyi. Komşuda pişen  bize, bizde pişen komşuya da düşerdi hep. Gelen tabaklar, asla boş gönderilmezdi bir kez olsun. Evinde yemek yemeye mızmızlanan çocuklar, komşu teyzelerin pişirdiği en basit yemeği bile ziyafetteymiş gibi aşkla yerdi. Yemekler de aşkla pişerdi  biz çocukken. Malzemeler daha doğaldı elbette, ama sevgi daha  fazla  hissedilirdi sanki ve asıl tadı veren de oydu.

Yaz aylarının akşamüstü oyunları, annelerin eve çağıran sesi ile sonlanırdı ve yemek sonrası bahçe sinemasında iki film izlenirdi haftada bir kez. O zamanlar, o filmleri birer külah çekirdekle, alaska –frigo yiyerek eğlenerek izlerdik. Ama şimdi, aynı filmlere televizyon kanallarında gezinirken rastladığımda, takılıp kalıyorum ve  aslında  basit, görece temiz ve saf zamanların yadigarları olduğunu düşünüp hüzünleniyorum.

“Bir zamanlar ben de çocuktum.
Sonra birden büyüdüm, başım göğe erdi.
Bugün aşk var,  yarın düş,  öbür gün iş derken,
Cebimde birikti dünyanın derdi…”
Yeni yetme zamanlarımıza rastlar, Yurdumuzun henüz hazır olmadığı teknolojik nimetlerin fırtınasına tutuluşu…

Müzik dağarcığımızın yanı sıra, seslerin görüntülerinin bizdeki iz düşümlerini   bize çizdirerek hayal gücümüzü geliştiren radyolarımızı terk ederek televizyon günlerine geçtik önce. Siyah –beyaz görüntüleri ile  konuk odalarında, dantel örtülerin altına saklandı önce televizyonlar.

Sonra, renkli televizyon dönemine geçtik. Ne olduysa, çok kanallı dönemlere geçtikten sonra oldu. Hızlı tüketim döneminin ilk işaretidir  bu dönüşüm…

Ev telefonunun, uzun konuşmalarla gereksiz yere meşgul edilmesine kızıldığı zamanlardan, cep telefonlarının  değişen modellerinin hızla izlendiği, modellerin yanı sıra, telefon numaralarının da  değiştirildiği zamanlara eriştik.

Temel tarım ürünlerinin bile ithal edilir olduğu günlerin geleceği, o zamanlar söylenseydi , hiç birimiz inanmazdık. Oldu oysa, muz bahçeleri söküldü,  yerli muzun yerini ithal muz aldı, pirinç hatta patates bile dışarıdan alınır oldu. Dalında meyve görmenin neredeyse mucizeye eş  olduğu zamanların insanı olduk.

Ev yapımı yemekler “moda “ oldu. Annelerin güzelim hamur işleri, tencere yemekleri  dışarıda yenen yemekler arasında yerini aldı. Beslenme alışkanlıkları değişti. Yiyecekler hazır üretilir oldu. Ispanak bile, pek çok sebze gibi  vakumlu poşetlerde tüketime sunuldu.

Sobalar ve kuzineler, önce kömürlü, sonra  petrol türevli, en sonunda doğal gazlı  ısıtma sistemleri ile değişti. Sobaların üzerinde pişen yemekleri,  koku veren portakal, elma kabuklarını  unuttu insanlar…Bir zamanlar, bahçeli bağımsız evlerde yaşarken, toplu yaşam alanlarında, bahçesiz, komşusuz  yeni yaşam biçimlerine geçiş yaptık.

Kitaplar, içeriklerine  ve edebi diline göre değil, “çok satanlar listesinde olup olmamasına göre “ tercih edilirken, yazarlar da, dilimizi güzel kullanmalarına göre değil,  ilahların  parlatmalarının sonucu” büyük “ sıfatını alır oldu, “büyük ödüllerin sahibi olarak…”

Edebiyatımızdaki başarı ölçütlerinin değişmesi ile birlikte, giderek az okuyan, hatta hiç okumayan,   güzelim Türkçemizi, uydurma  ve kısa sözcüklerle değiştirerek kendi aralarında  anlaşan, yaşamı göz ucu ile izleyen, irdelemeyen,  dünya görüşü belli  temellere dayanmadan,  gözü kapalı  otoriteye uyan, bir başka anlamda güce tapan, sadece gördüğüne bile değil, görebildiğine inanan, ak ve kara dışındaki grinin varlığını aklına bile getirmeyen, dolayısı ile  uzlaşmayan, anlaşmayan, yargılayan, hep anlaşılmayı bekleyen ama anlamaktan kaçınan, giderek insafsızlaşan   insanlar çoğaldı yaşamlarımızda. İşin kötüsü,  kendilerinin dışındaki yaşamları da kendi dar dünyalarında var olmak zorunda bıraktılar. Ve bütün bunlar birden bire olmadı.

“Artık kafam tıklım tıklım kalabalık
Masamdaki kül tablası kadar
Yani efkar

Ah bu akşam İstanbul gibiyim halim yok ölmeye
Ah bu akşam İstanbul gibiyim doyamam sevmeye
Ah bu akşam İstanbul gibiyim gelemem bekleme
Ah bu akşam İstanbul gibiyim dönemem geçmişe…”

Şimdi  bizim dışımızda şekillenen, bizi içine çekmeye çalışan dar dünyaların dışında, olağan-olağandışı olanlara dair bildiklerimizi  sorgulamak zorunda kaldığımız çemberlerin dışında kalmaya çalışarak, geçmişten gelen birikimlerimize  sarılıyoruz ve onları da hızlıca tüketiyoruz. Ve bazen, tıpkı bu şarkıyı dinlediğim şu anda olduğu gibi, bugüne ait bir ses  bizi uzak geçmişin temiz,saf  anılarına gönderebiliyor. Üstelik, tam da günlük sıradan yaşama başlamak üzereyken… Özlem, hüzün, öfke ve her şeye karşın, inatla unutmamaya, vazgeçmemeye  bir kez daha karar vererek, benim gibi düşünenlerin hiç te az sayıda olmadığına ve bu mektubun sahiplerine ulaşabileceğine yürekten inanarak, şarkıyı internet aracılığı ile bulup tekrar dinliyorum, hem de birkaç kez…

“Ah bu akşam İstanbul gibiyim dönemem geçmişe…”

PAYLAŞ
Önceki İçerikÇizgi Roman Tarihimden
Sonraki İçerikUmut Muydun İmkânsızlığım Mı?
Öznur Kanarya
İstanbul’da doğdu, fakat çocukluk ve ilk gençlik yılları Anadolu’nun güzel şehirlerinde geçti. En çok İzmit’i sevdi. Nitekim İzmit Lisesi mezunu olmakla övünür. İzmit’ten sonra sevdiği ikinci şehir Ankara’da, Mekteb-i Mülkiye’de okudu. Emekli Bankacıdır, hala benzer bir konuda çalışmaktadır. Bugüne değin okumayı, yazmayı, müziği hep çok sevdi. Gündelik yaşamın sıradan mutsuzluklarından bunaldıkça, sahibine ulaşmayacak ve ulaşabilecek mektupların yanı sıra, günü güzelleştiren büyük ve küçük şeyleri yazar amatörce. İstanbul’da yaşıyor ama bu şehre çocukluğundaki gibi aşkla bağlı değil. Bu nedenle, yakın bir gelecekte sevdiceği ile birlikte Ege’de, tercihan Datça’da yaşamayı düşlüyor.