İstasyonda Beklerken…

0
99
İstasyonda Beklerken…

Bir kadının çığlığıyla kendime geldim. Tren raylarına kadar geçen 3 yaşlarındaki bir çocuğu kurtarmak için annesi çığlık çığlığa koşuyor, koşarken de kucağındaki bebeği düşürmemek için olağanüstü gayret sarf ediyordu. Tren rayları bana daha yakındı. Bu yakınlığı fırsat bilerek çocuğa doğru koştum, gövdesinden tuttuğum gibi raylardan aldım.

Çocuğun annesi derin bir nefes aldı. Oğlunu çekiştirerek söylendi ve istasyonun içlerine doğru çekildiler. Ben de yine aynı köşeme çekildim. Bankta değil, yerde çömelerek oturdum.

Artık usanmıştım. Kaç zamandır bu tren gelmiyordu, daha doğrusu hiçbir tren gelmiyordu.

Deminki annenin çığlığına da bir anlam veremedim, ortada tren yoktu ki tehlike olsun ama yine de tren rayı bu, her an için bir gelen olabilirdi.

Çömeldiğim yerde başımı dizlerimin arasına aldım. Demin de böyle dalmış olmalıyım ki, kadının feryadıyla gözlerimi açtım ve ne olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı.

Daha ne kadar bekleyeceğim bu köhne istasyonda bilmiyorum. Trenin ne zaman geleceği belli değil, neden geciktiğiyle ilgili görevliler de bilgi sahibi değil. Panolarda hiçbir uyarı yok ama gelen tren de yok, giden tren de yok, istasyonda trenin adı bile yok.

Başım dizlerimin arasındayken istasyonu bir kez daha incelemeye başladım. Kaç kezdir derinlemesine inceliyorum bilmiyorum ama yolcularda bir değişim var, en azından onları incelerim.

İstasyon çok eski bir istasyondu. Hangi döneme ait, tarihi yönü ve önemi hakkında bir bilgim yoktu ama belli ki bu dönemden çok önce yapılan muhteşem eserlere benziyordu. Ancak muhteşem olan sadece yapının büyüklüğüydü. Eski yapı yer yer çökmüş, bazı yerleri tamamen harabe hale gelmişti. İçeride kesif bir koku vardı. Nemle karışık koku sanki üstüme yapışıyordu. Tavan oldukça isliydi, hatta isten kararmış gibiydi. Nemle birlikte üstümüze aktı akacak gibi duran katranımsı bir görüntüsü vardı. İstasyonun birkaç yerinde soğuk içecek dolabı ile sıcak içecek dolapları vardı ama içi boştu. Uzun süredir kullanılmadığı her halinden belliydi.

Benim bulunduğum köşe, istasyonun en sakin ve en kuytu köşesi olmalıydı ki, neredeyse hiçbir yolcuyu göremiyordum. Ara sıra tren geliyor mu diye merak eden birkaç kişi öne doğru geliyor, önce sağa, sonra da sola dikkatli dikkatli bakıyordu. Bazıları da elini kolunu sallayarak mırıldanıp mırıldanıp gidiyordu.

Yerim iyiydi…

Kimseyle muhatap olmuyor, gereksiz konuşmalarla zaman öldürmüyordum. Böyle ne yapıyordum o da tartışılır ya, sindiğim köşemde belki de kendimi dinliyordum.

Hayat ne garipti değil mi?

Kendimizle konuşmuyorduk, belki de konuşamıyorduk. Yüzleşmekten kaçınıyorduk. Bu istasyon, beni kendi kendimle düşünmeye, boşa geçen zamanı kendimle konuşmaya veya kendimle yüzleşmeye harcamama fırsat veriyordu. Belki de bu istasyonu sevmemin ana nedeni buydu.

Evet hayat garipti…

Bir süreliğine gelip, tıpkı şu istasyonda beklediğimiz gibi zaman öldürdüğümüz dünyaya nasıl da sahipleniyorduk, nasıl da kalp kırıyorduk, nasıl da hırslanıyorduk, nasıl da öfkeleniyorduk, nasıl da efeleniyorduk…

Belki de garip olan hayat değil, bizdik.

Belki de bizi garip yapan hayatın ta kendisiydi.

Kim bilir, belki de her birimiz, bir diğerimizin garip olması için elimizden geleni ardımıza koymuyorduk. Kim daha çok garip olacak yarışması yapsak bile bu kadar performans gösteremezdik.

Misafir, misafiri sevmiyordu o kesindi. Kesin olmayan, ev sahibinin(cc) kimleri sevdiğiydi…

İstasyonun bir köşesinde gürültü koptu. İki yolcu ya da daha çok yolcu bir birine laf yetiştiriyordu. Tam bir kavga değildi ama kavganın ilk kıvılcımının çakıldığı anda. Birden istasyonun o bölümü yolcularla doldu. Gerçi hiçbirimize yolcu denmezdi. Henüz yolcu adayıydık. Eğer trene binebilirsek yolcu olacaktık. Şimdilik sadece istasyonda bekleyen insanlardık.

Araya girenler iki yolcuyu ayırmayı başarmıştı. Gerçi ayırmak isterken ara dayağı yiyen de olmuştur, hep öyle olur…

Garip bir istasyondu burası. Sonradan fark ettim. Bu istasyonda hiçbir görevli yoktu. Ne bir güvenlikçi, ne biletçi, ne temizlikçi, ne de başka görevli. İstasyonun şefi de yoktu, müdürü de yoktu, amiri de yoktu. Ne yöneten vardı, ne yönetilen. Ancak akıp giden insanlar vardı. Bir yerden geliyordu insanlar, istasyonda bekliyordu ve tren gelirse binip gidecekti, gideceği yere.

Nereden geliyordu bu insanlar, nereye gidiyordu bu insanlar, bilmek mümkün değildi. Birsine sorsan öğrenirdin, ikisine sorsan öğrenirdin; hepsine soramazdın, hepsinden bilgi sahibi olamazdın.

Ne zamandır istasyondayım doğrusu bilmiyorum. Yalnızlık çektiğim söylenemez, yalnızlığı sevdiğimi söylesem de yalan olur. Belki de kuru gürültü bana göre değildir.

Belki de “Azıcık aşım, ağrısız başım” sözündeki gibi bir hayat seçmişimdir; daha az insan, daha az sorun, daha az stres…

Tam böyle düşünüyordum ki, oturduğum bankın bulunduğu köşeden önce bir baston sesi geldi, sonra da bastona dayanan yaşlı bir adam.

Selam verdi mi bilmiyorum, verdiği selamı aldım mı onu da bilmiyorum. Ne zamandır kendimde değilim ya da ne zaman kendime geldim onu da bilmiyorum. Çok bilinmeyenli bir hayatın tam ortasında debelenip duruyor muyum, doğrusu onu da bilmiyorum.

Ahhh ne kadar çok şey bilmiyorum…

Ne kadar çok şey bilmedikçe, yeni bilmediklerim ortaya çıkıyor.

Yaşlı amcanın “Hayırdır evladım, bu dünyanın yükünü senin omuzuna mı yüklediler?” sorusuyla kendime geldim. Neden “Karadeniz’de gemilerin mi batmış” demedi de, “Dünyanın yükünü senin omuzuna mı yüklediler?” diye sordu, öğrenmek de istemedim.

Hiç” dedim sadece, “hiç”.. Hem de koca bir hiçti.

Hiçlerin içinde arıyorduk her şeyi; hiç olup gideceğini bile bile kumdan kaleler yapıyorduk, camdan kuleler inşa ediyorduk. Fasit bir daire çiziyorduk kendimize. Kendi kendimizi esir ediyorduk, sonra da o esaretten kurtulmak için uğraşmakla geçiyordu hayat.

Kazanmak için yaşıyorduk, yaşamak için kazanıyorduk. Yemek için yaşıyorduk, yaşamak için yiyorduk. Bütün bunlar olsun diye de gece gündüz çalışıyorduk. Çalıyorduk, çırpıyorduk, yalan söylüyorduk, hile yapıyorduk, aldatıyorduk ve sonu bir hiç oluyordu, koca bir hiç…

Ben şimdiden hiç yapıyordum. Lafı döndürüp durma gereği duymuyordum. Tıpkı hiçlik mertebesine yükselmek isteyen divane gibiydim, belki de divanenin ta kendisiydim.

Divane misin be evladım” diye “hiç” dememe karşı çıktı yaşlı adam ve ben tam “divaneliği” düşünürken, içimi okumuş gibi söylenmesine düşünmeden cevap verdim; “Deli miyim bilmem ama divaneyim, onu iyi bilirim.

Yaşlı adam da sustu, öylece bekledik istasyonda.

Öylece bizi bekledi istasyon.

Öylece bekledi bizi biz…

Belki siz, belki biz, belki hepimiz…

PAYLAŞ
Önceki İçerik#sonümit Video Dergi Yayında
Sonraki İçerikHayati Develi, “Osmanlı’nın Dili” Kitabı Üzerine
Naif Karabatak
1964 Adıyaman doğumluyum, İstanbul’da yaşıyorum. Gazeteciliğe 1979 yılında, yazarlığa 2000 yılında başladım. Birçok yerel ve ulusal gazetede köşe yazısı yazdım, söyleşi yaptım, genel yayın yönetmenliği görevinde bulundum. Şiir, deneme, öykü çalışmam var. Bir hikâyem uzun metrajlı film, bir hikâyem kısa metrajlı film olarak çekildi, birkaç hikâyem de tiyatroya uyarlandı. Yayınlanmış bir mizahi kitabım var ve ben daha çok mizahi öykü yazmayı seviyorum, yaşayamadığımdan olmalı!