Bilmeyeniniz var mıdır bu oyunu? Bir zamanların popüler oyunu.

“Kızlı erkekli” toplanılır, ortaya boş bir şişe konulur ve çevrilir. Durduğunda şişenin ağız kısmı kimi gösteriyorsa çeviren kişi ona malum soruyu sorar; Doğruluk mu? Cesaret mi?

Ya doğruluk deyip gerçekleri söyleyeceksin ya da dürüst olmaya cesaret edemeyip (Dürüstlükte cesaret ister ya neyse, biz ikiye ayırıvermişiz bir kez) verilen cezayı çekeceksin. Eğer cesaret dersen bu kez arkadaşının vicdanına kalmışsın demektir. Ne isterse yapacaksın cesurca. Aksi takdirde cezadan kaçış yok. Kurallar böyle.

‘Suçluyorum’ diyerek, tüm gerçekleri dünyaya haykıran, Alfred Dreyfus ve toplum için doğruların ışığını yakan Emile Zola mı?
‘Suçluyorum’ diyerek, tüm gerçekleri dünyaya haykıran, Alfred Dreyfus ve toplum için doğruların ışığını yakan Emile Zola mı?

“Zor” bir tercih değil mi? Çoğu zaman kolay kolay  gerçekleri söylemeye cesaret edemiyor işte insan. Fakat gelin görün ki etrafımızdaki  herkesten bu iki özelliğe sahip olmasını bekleriz hep. Ailemizden, arkadaşlarımızdan, sevgilimizden, eşimizden…İş kendimize gelince niçin bu kadar güç olur anlaşılması zor tabii. Halbuki  onun yerine Yalancılık mı? Korkaklık mı? diye  değiştirsek bu soruyu, ne kadar kolay olurdu kim bilir. Çoğumuzun neredeyse yaşam felsefesine dönüştürdüğü bu iki seçenek… Yalan ve korku… Bunlar sorulsa oyunda kimsenin ceza almayacağı besbelli. Ya gündelik yaşantımızda, orda da böyle miyiz biz? Hayır. Cezalandırıyoruz sevdiklerimizi. Eşimizin, arkadaşlarımızın gerçekleri sakladığını öğrendiğimizde öfkeleniyoruz onlara hatta yeri geliyor hayatımızdan çıkarıp,uzaklaştırıyoruz kendimizden. Peki ya şimdi nedir farklı olan, neden yalancılar hala içimizde, yanımızda, başımızda, yanıyanıbaşımızda?  Yoksa bunun nedeni de ‘korku mu?’

Yoksa; Özgürlüğü ve onuru için hayatını hiçe sayan cesur yürek William Wallace mı?
Yoksa; Özgürlüğü ve onuru için hayatını hiçe sayan cesur yürek William Wallace mı?

Şimdilerde koca bir kalabalıkla oynuyoruz sanki bu oyunu. Dürüst ve cesur değilsen ceza verilmez gibi görünüyor değil mi dışarıdan bakınca. Daha ziyade büyük bir ödül var sanki sonunda. Herkes buna mı inanıyor ne?  Eğer böyle olduğu düşünülmeseydi, yalanlar havada uçuşurken, her tarafı saran korku bulutlarının gerçekleri örtmesine izin verilir miydi? verilmez miydi? Orası bilinmez ama adı üstünde bulut bu dağılmaz mı bir gün? Dağılır elbet, ısıtır yine ortalığı sımsıcak güneş, aydınlatır tüm karanlıkları cesurca. Fakat  ya kaybettiklerimiz, bunca zaman güneşsiz geçen günler. Karanlığın soldurduğu çiçekler geri gelecek mi? Ve tüm bunlardan sonra… Hiç pişmanlık duyulmayacak mı? Vicdanlar uyku uyutacak mı sonralarda? Gerek var mı bunca rezalete, bu kadar yüz karasına? Sahip olduklarımız da avucumuzdan uçup gitsin mi illaki. Utanılmayacak mı, yüzler kızarmayacak mı bu kadar yalandan sonra?

Bir kez olsun doğru düzgün oynasak şu oyunu, kurallarına uygun. Cesursa çıkıp hep bir ağızdan gerçekleri haykırmak çok zor olmamalı. Ödüle gerek yok. Daha fazla çiçek solmasın yeter. Zaten yerine getiremediğimiz dürüstlük ve cesaret yüzünden her gün biraz daha ceza alıyoruz ya işte, apaçık ortada değil mi?

PAYLAŞ
Önceki İçerikŞans Meleğim
Sonraki İçerikTürkiye’de Sinemanın Gelişmeme Nedenleri Nelerdir?
Nazende Balaban İşkar
1986 İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Tasarım mezunu. Görsel tasarımla ilgileniyor ve resim yapıyor. İlk kez herkesin okuyabileceği yazılar yazıyor.