Avusturyalı mimar A. Schwanzer, mimariyi “dört duvar ve başımızın üzerinde bir damdan daha fazla olan şey” olarak tanımlar. Peki, bu “daha fazla olan şey” nedir?

Öncellikle duruma sanat felsefesi açısından bakarsak, mimarinin mekân tarafından belirlenen bir sanat olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Çünkü her mimari yapı, belli bir biçime sokulmuş mekânla ilgilidir. Mimari ancak mekân ile biçim ikilisi arasında var olur.

Mekân kelimesine ontolojik bir çözümleme getirelim; bu sözcük “herhangi bir varlığın şu veya bu şekilde bir yerde var olması” anlamına gelen Arapça “kevn” sözcüğünden dilimize geçmiş. Dolayısıyla mekân, varlığın herhangi bir biçimde “var olduğu” yerdir. O halde her mekân bir varoluşu biçimlendirir.

Mekân, sinemada yönetmenin, izleyicide istediği hisleri uyandırmasını sağlayan önemli bir araç konumundadır. Bu nedenle yönetmen mekân kurgusuna büyük bir önem gösterir. Mekân öyle bir titizlikle ayarlanmalıdır ki izleyici bu mekânda kurulan ”varlığı” hissedebilsin.

Mekân, yönetmenin elinde adeta bir enstrümandır. Her notasına özenle basılan ve çıkardığı her seste dinleyeni kalbinden vuran…

Özellikle korku ve gerilim filmlerinde mekânın etkisi fark edilmeyecek gibi değildir. Bu tür filmlerde mekân, psikanalitik yolla açıklaması mümkün bilinçaltısal yaşanmışlıkları ve tekinsizliği yoluyla doğrudan karakterle bağdaşır ve ruha işler. İzleyen artık o mekânı yalnızca izlemekte değil çoktan o mekânı hissetmektedir.

Örneğin birçok Hitchock filminde görüleceği üzere korku ve gerilim hissi, tekinsiz ve ürpertici mekânlar aracılığıyla doruğa ulaşır.

Neredeyse tüm gücünü mekânın oluşturduğu ve sürdürdüğü varlığa borçlu olan kimi filmler için kuşkusuz başrol, mekânındır. Sinema tarihine şöyle bir baktığımızda başrolünde mekânın olduğu birçok başyapıt görebiliriz.

Elbette bu konuda sunulacak örneklerden ilki Stanley Kubrick’in başyapıtı “The Shining(Cinnet)”tir.

Beyaz Adamın Cinneti

Sinema tarihi boyunca en çok analiz edilen, üzerinde en çok konuşulan filmlerden biri olan Cinnet, uyarlama bir film. Ancak onun bu eskimeyen güzideliği uyarlandığı kitabın varlığından değil mekâna dayalı etkileyiciliğinden kaynaklanıyor kanımca…

Film, eski bir Kızılderili mezarlığı üzerine kurulu Overlook Oteli’nde geçer. Bitmek bilmeyen uzun ve tekinsiz koridorlarıyla, görkemli ama ıssız balo salonuyla üstelik bir de kış esareti içindeki tüm kapalılığıyla otel, yazar Jack Torrance ve ailesinin bekçiliği için onlara kapısını açar. Kapı açılır açılmaz mekânın hayaletleri ve karakterler arasındaki müthiş gerilim film bitene kadar son bulmaz. Jack’i bir cinnet haline sürükleyen bu gerilim, karakterlerin psikolojisi açısından değerlendirildiğinde “bastırılmışın dönüşü” olarak nitelenebilir.

Peki, geçmişte mekânının varlığına sirayet eden ve o mekândaki karakterlerin cinnetine neden olan bu “bastırılan” neydi?

Bastırılan, otelin üzerine inşa edildiği mezarlıktan referans alınabileceği üzere, kızılderililerin “beyaz adam” tarafından geçmişte yaşadıkları katliamdı. Filmde birçok sahnede de görüleceği gibi kızılderililere ait simgeler; hesap sorma sırası gelen otelin esas sahiplerinin varlıklarıyla hayat bulmuş mekânın karakterler üzerindeki psikolojik etkisini arttırmaktadır.

Otelde neredeyse her kapının altından ve her köşeden akan kanlar, yalnızca beyaz adam temsilindeki Jack’in değil izleyicinin de bilinçaltındaki korkuyu besler ve zihinlerini tıpkı filmdeki karakterlerin çıkışına ulaşmak için çabaladığı labirent gibi içinden çıkılamaz bir hale getirir.

Kubrick, mekânı öyle bir titizlikle kurmuştur ki orada kurulan ”varlığı” hissedebilmek kaçınılmazdır. Mekânın varlığı, karakterlerin zihinlerine işleyerek onların varlıklarını biçimlendirmiş ve dönüşüme uğratmıştır. İşte tam da bu merkezi etkiden dolayı, mekân başroldedir.