Kuşkusuz ki, Modernizm tüm dünyada çok yankı uyandıran bir sanat-edebiyat akımıdır. “Geleneksel olanı reddetme tavrı” olarak benimsenen bu akım, diğer dünya edebiyatlarında olduğu gibi, Türk edebiyatında da çok etkili bir akım olmuştur. Bu kısa tanımdan yola çıkarak, modernist yazarların geleneksel ve yerleşmiş roman anlayışını reddettikleri sonucu çıkarılır. Recaizade’nin Araba Sevdası, hem konu hem de tarz bakımından incelendiğinde, yanlış batılılaşma sorununun altını çizerek, Türk edebiyatında modernleşme hareketinin önemli örnekleri arasında yerini almıştır. Roman, ilk bakışta Bihruz Bey’in Periveş Hanım’a olan aşk hikayesini ele alıyor gibi gözükse de, Batı dünyasındaki gelişmelerin etkilerinin hüküm sürdüğü, toplumsal ve sosyal değişimlere ilişkin eleştirilerin yapıldığı dönemin gerçeklerini yansıtmaktadır.
Tarihe kısaca dönmek gerekirse, Modernizmin ortaya çıkış noktasında, 1. ve 2. Dünya Savaşlarının kilit bir rol oynadığı açıktır. İnsan masumiyetinin kayboluşu, bireylerin anlam arayışı ve beraberinde gelen kimlik ikilemleri, tüketim kültürünün ortaya çıkışı, farklı kültür ve etnik kökenlere sahip insanların birbirleriyle olan etkileşimleri, “eski” olanın geride bırakılmasını ve “yeni” bir dünya düzeninin ortaya çıkışını doğrudan tetiklemiştir. Şüphesiz, edebiyat anlayışı da bu değişime cevapsız kalamamıştır. Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür adlı kitabında, bu paradokstan söz eder: “Sanat hem estetik özerklik hem de toplumsal etki yaratmak istiyordu. Bir yanda işlevsizdi; diğer yanda toplumsal rabıta arıyordu” (s.154).[1] Öte yandan, Jusdanis’in savunduğu gibi, “gelenek ile modernlik arasındaki kopukluk, modernleşme projesinin bir işlevidir” (s. 14).[2]
Edebiyatta Modernizm, doğrudan insan psikolojisini ve iç dünyasını hedef alır. İnsanın yalnızlaşması, ve bu durumun yansıtılma isteği, edebiyatta yeni tekniklerin ortaya çıkmasına, diğer bir deyişle, modernleşme hareketine zemin hazırlayan en önemli faktör olmuştur. Bu sebeple, insan ve insanın bu karmaşık durumu başroldedir. Diğer bir deyişle, dış dünyadan öte, iç dünyaya bir dönüş söz konusudur. Bu bağlamda incelendiğinde, Modernist yazarlar, eski tür edebiyatın tersine, iç diyalog ve bilinç akışı gibi tekniklerin yanı sıra, çağrışımdan da (flashback) faydalanırlar. Roman karakterleri ise daimi bir anlam bulma mücadelesi içindedir. Zira Modernizm’de insan karmaşık bir varlıktır, toplumdan kendini bir tür soyutlama psikolojisinde, alışılagelmişe isyan eder. Modernist eserlerin, Franz Kafka, Albert Camus ve J.P. Sartre’nin varoşluşçuluk felsefesinden etkilendikleri gözlemlenir. Varoluşçuluk’a göre, kişinin kendi özünü bulması esastır. “Bunalım Edebiyatı” olarak da bilinen Modernist edebiyat, burjuva aydının ruhsal buhranı, iç dünyasının karmaşıklığı ve bireysel yalnızlığının yansıtılmasını esas alır.
Türk edebiyatı’nda modernleşme, genel anlamda, Batı dünyasının etkisiyle, baş göstermiştir. Türk yazarlar da yeni dünyanın düzenine ilişkin, değişime uğrayan Türk toplumunun yeni halini yansıtmak istemiştir. Fakat, bu değişim pek olumlu anlamda olmamış, modernist eserlerde ise “yanlış batılılaşma” sorunu olarak eleştirel bir bakış açısında yer bulmuştur. Bilindiği üzere, Tanzimat her alanda Batılılaşmanın adıdır. Batı’dan kastedilen ise Fransa’dır. Fakat, halk bu konuda yine zavallıdır. Zira yenileşme aydın kesimden halka doğrudur. Bu adeta toplumsal intiharın başlangıcıdır (Dursun, 67. Sayı).[3] Tanpınar, bu durumu şu şekilde özetliyor: “Devlet ricalinin resmi elbisesi olarak ‘İstanbulin’ icat ediliyor, saltanat arabası moda oluyor ve sadece arabanın kullanılması ile Cuma ve Bayram alaylarının çok mahalli olan mana ve mahiyeti de değişiyordu” (Tanpınar, s. 133).[4] Öte yandan, eski ve yeni kimlik üzerine, Tanpınar, toplumdaki keskin değişimlere dikkat çekiyor: […] “alafranga” ve “alaturka” (musikide de olduğu gibi) “eski” ve “yeni” (zihniyet meselelerinde) tabirleriyle ifade edilen bu ikililik realitesi Tanzimat’ın en büyük fatalitesidir” (s. 136). [5] Diğer bir deyişle, Tanzimat, sosyal hayatı değiştirmesinin yanı sıra, taklitçilikle beraber, değişik tiplerin ortaya çıkmasında doğrudan etkili olmuştur. Sosyal hayatın değişiminden kasıt ise, doğrudan İstanbul ile ilintilidir; zira aydın kesim ile halk arasında keskin bir uçurum vardır.
Araba Sevdası’nda Bihruz Bey, yanlış batılılaşmanın bir örneğidir. Edebiyat eleştirmenleri arasında “Tanzimat züppesi” olarak yer bulan bu terim, batılılaşma sorununu ve züppe tipleri ele alır. Moran’ın da ifade ettigi üzere, “Batılılaşmanın beraberinde getirdiği tüketim ekonomisine kendini kaptıranlara en iyi örnek, Batılı olmayı çok şık giyinmek, Beyoğlu’nda eğlenmek ve gösteriş yapmak olarak anlayan züppe tipi” ve tasviri, Ahmet Mithat’ın Felatun Bey’le Rakım Efendi romanınında da önemli bir yer tutar.[6] Türk Edebiyatı’nda ilk realist roman olarak kabul edilen Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası, Moran’ın bahsettiği alafranga züppe tipini eleştirir. Bir dönem vezirlik ve valilik yapmış bir paşanın oğlu olmasına rağmen, Bihruz Bey, aslında sığ , eğitimsiz ve sorumsuz bir gençtir. Hayat amacı, diğer alafranga tiplerden daha süslü giyinmek, Fransızca konuşmak ve dönemin en göze çarpan hadiselerinden biri olan araba kullanmaktır. Böylece Batılı olduğunu düşünür. Bihruz Bey, dönemin en gösterişli eğlence yerlerinde gezer ve gösteriş yapmayı sever. Bir gün Çamlıca Tepesi’ne çıkar ve Periveş Hanım’ı görür görmez ona aşık olur. Dino bu duruma eleştirel bir bakış açısı getirir: “Taksitle satın aldığı yazlık süslü arabasıyla, “Kudemai vüzeradan” bir paşanın, yarım yamalak tahsil görmüş, alafrangalık düşkünü, şımarık oğlu Bihruz Bey, umuma yeni açılmış, kibarların pek sevdiği Çamlıca bahçesine gider; orada, nasılsa kiralayabildiği bir lando arabasıyla gezen, kaşıkçı esnafından Sakin ağanın kızı ve merhum arzuhalci Mağmum efendinin genç dul karısı, zamane yosma güzellerinden Periveş Hanım’a tesadüf eder, ona çiçek vermek, söz atarak iltifat etmek fırsatını bulur; kadını çok kibar bir muhitten, görgülü, kendisi gibi alafranga terbiye görmüş, zarif, nazik ve faziletli farzeden Bihruz Bey, o gün oracıkta ona delice aşık oluverir” (s. 381).[7] Bir düzmece ile kızın öldüğüne inandırılınca, amansız bir sevdaya kapılır ve hayata küser. Aradan zaman geçer ve kızı tekrar görür, fakat ablası sanır. Gerçek ortaya çıkınca, Bihruz Bey trajikomik bir duruma düşer. Dino’ya göre, bu aşk sahte ve aldatıcı unsurlar üzerine kuruludur, Lando araba, gösterişli kıyafetler ve dönem itibariyle sofistike kabul edilen kurmaca dil bu sahteliği destekler. Zira Bihruz Bey’in serveti yokolmak üzeredir, Fransızca ve Türkçe karışımı konuştuğu dil ise, manevi sahteliğini vurgular. Dönemin burjuva kabul edilen kesimi, kendine yabancılaşmanın yanı sıra, Batı’nın da doğru özümsenememesi ile birlikte, derin bir kimlik ikilemine sürüklenir.
İlk bakışta, Araba Sevdası, sıradan bir aşk hikayesi gibi görünse de, dönemin ruhunu yansıtır. 1889 yılında yazılan roman, Bihruz Bey gibi dönemin diğer burjuva gençliğinin Fransız hayranlığını anlatır. Bu hayranlık o denli bir seviyededir ki, onlara göre, Türkler, kaba bir medeniyettir ve Türkçe gerekmedikçe kullanılmamalıdır. Bu dönemde, aynı zamanda “öz” (self) kavramına yabancılaşma vardır. Edward W. Said, Şarkiyatçılık [8] adlı kitabında, Batı’nın Doğu üzerindeki etkisinin yanı sıra, öze yabancılaşmanın da zihinsel bir sorgulamasını yapar. Öte yandan, Batı’nın “öteki” dünya üzerindeki hegemonyasının ve basmakalıp düşüncelerinin objektif bir dünya görüşünü baltaladığını savunur. Romanda Recaizade, dönemin entellektüel ve aydın kesim olarak kabul edilen ailelerin gösteriş meraklısı çoçuklarına ve yavanlıklarına ağır eleştiriler yapmaktadır. Öte yandan, dönemin aydın kesimi arasında yer alan Recaizade, özeleştiri de yapar. Bu yönden roman, dönem itibariyle dikkate alındığında, yenilikçi ve realist bir önem kazanmaktadır. Eski ve yeni düzen arasındaki bağın tamamen koparılamaması, Modernizm’e bir köprü olma özelliği kazandırsa da, esasında “yeni” olarak kabul edilenin, Türk toplumunda yanlış “taklit” (mimicry)[9] ten öteye geçememesi, en temel sorundur. Bu durum, aynı zamanda özeleştiri olarak da değerlendirilebilir. Yanlış batılılaşmanın beraberinde getirdiği toplumsal ve ruhsal çöküntüler, kimlik sorununun ortaya çıkışı, Batı karakterinin özümsenememesi, Türklük kavramına tamamen yabancılaşmanın yanı sıra, burjuva sınıfı ve halk arasındaki uçurumu da aşılamaz bir şekilde derinleştirmiştir. Türk toplumu, ne tam bir Doğulu ne de tam bir Batılı olabilmiştir. Bu durum, arafta olmak kavramıyla pekala özdeşleştirilebilir. Daimi bir kimlik bunalımı ve dönemin toplumsal buhranı, Batı’nın da yanlış özümsenmesiyle birlikte, özü değersizleştirmeyi (self-degradation) ve kendine yabancılaşmayı (self-alienation) beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, Recaizade’nin romanı, Türk toplumunun değişen yapısına eleştirel bir bakış açısı kazandırırken, dönemin sözde entellektüel ve Batıcı değer yargılarını bu bakış açısında sorgulamıştır.
[1] G. Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, s. 154.
[2] Jusdanis, s. 14.
[3] A. Dursun, “Kültür ve Medeniyet Değişimi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”
[4] A. Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 133.
[5] Tanpınar, s. 136.
[6] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, s. 39.
[7] Güzin Dino, “Araba Sevdası Kuruluşu Hakkında bir Deneme”, s. 381.
[8] Edward, W. Said, Şarkiyatçılık
[9] Homi Bhabba, The Location of Culture, (term)“mimicry”: “Öteki” dünya toplumlarının “öz”(Anglo-Sakson) kabul edilen düzene asimile olmak için gösterdiği taklit çabası olarak tanımlanabilir.