Kim Neyi Duymak İsterse…

0
542
Kim Neyi Duymak İsterse…

Ağanın kapısının önündeki kalabalık gittikçe artıyordu. Fısıldayanlar, yüksek sesle konuşanlar, bir birine bakıp sorgu sual edenler ve yeni gelenlere yapılan izahatlar uzun bir süre aldı. Çaycı Rüstem Efendi, köy imamı ve öğretmenine seslenerek, “kapıyı çalan, hatır soran siz olun” dedi. Öğretmenle imam göz göze geldi. Öğretmen imama, imam öğretmene görevi tevdi etmek istiyordu ama kaçınılmaz son imamın oldu.

İmam efendi kalabalığa yönelerek el işaretiyle biraz daha sessiz ve sakin olmalarını istedi. Ağanın evinin önü miting alanı gibi olmuştu. İmam efendi sonunda kapıyı tıklattı, ses gelmeyince bir daha, sonra bir daha. Biraz sonra ağanın hanımı kapıyı açtı, aralıktan önce imama, sonra da imamın arkasında duran köy ahalisine baktı. Ağanın hanımı imam efendi için kapıyı araladı, hemen ardından da kapattı.

İmam efendi sessizce ağanın durumunu sordu. Değişen bir şey yoktu. Üç gündür odadan çıkmamış, ne bir ses ne bir haber vermişti. Kapının önüne koyduğu yemeği bir ara alıyor, sonra da el sürülmemiş şekilde yine kapının önüne koyuyordu. Ağanın durumu durum değildi. Herkes gibi ağanın hanımı da, çocukları da çok tedirgindi, ağa adına da, kendi adlarına da, köy adına da derin bir endişe içindeydiler.

İmam efendi ağanın bu durumunun ne zaman başladığını sordu. Hanımı sessizce anlattı. Şehre gidip geldikten sonra tek kelime etmeden odasına kapanmıştı. Beşinci sınıfa giden kızından bir kalem, bir de kâğıt istediğini de eklemeyi unutmadı ağa hanımı. Bu durum biraz garipti. Ağanın kâğıtla kalemle ne işi olurdu. Doğru dürüst okuma yazması bile yoktu. Hani köyün muhtarıydı ama o gücü elinde bulundurmasından kaynaklıydı, yaptığı hizmetlerden değil. İmam da biliyordu ki, köyde egemen güç kimse ağa da oydu, paşa da oydu, muhtar zaten oydu.

Köyün ağası olan Hasan efendinin babası da ağaydı, dedesi de, onun dedesi de. Padişahlık gibi babadan oğula geçen bir şeydi bu ağalık denen şey. Hani köyün tamamına yakını o ailenin olunca ağalık da kaçınılmaz, paşalık da kaçınılmaz, muhtarlık zaten kaçınılmaz.

Köyde iki sınıf insan vardı; ağa ve diğerleri…

Sadece “ağa” kısmına aile efradı da girerdi. Hısım akraba girmezdi, çünkü zaten köyün hepsi bir birine uzak-yakın akrabaydı.

Ağa aynı zamanda muhtar olunca zaman zaman şehre giderdi. Kaymakamlıkta, bazen valilikte, bazen belediyede, bazen jandarmada toplantı olurdu. Ağa da köyü temsilen orada bulunur, her bir şeye kendisi karar verirdi. Zaten kendisi demek, köy demekti, köyde yaşayanlar demekti, iti demekti, koyunu demekti, ineği demekti, bağları demekti, bahçeleri demekti. Yani ağa demek, köyün altı demekti, üstü demekti, her bir şeyi demekti.

Ama ağaya bir haller oldu. Üç gündür odasından çıkmadı. Çıktığı bir tuvalet, bir de kapının önüne konan yemeği almak için kolunu uzatmasıydı. Hepsi buydu ve tek kelime ettiği yoktu. Sadece odaya girerken kâhyasına çeşitli talimatlar vermiş, o da hemen bu emri uygulamaya koyulmuştu. Cuma günü namazdan sonra şehirden önemli misafirler gelecek, kazanlar kaynayacak, yemekler yapılacaktı. Bunu dediğinde günlerden pazartesiydi. Şehirden yeni dönmüş, akşamın karanlığı köyün yabanına düşmüştü. Salı, Çarşamba, Perşembe derken Cuma günü geldi çattı. Kâhyanın hazırlıkları tamamdı ama ortada muhtar yoktu, yani ağa yoktu, yani paşa yoktu, yani gücü elinde bulunduran adam yoktu.

Evdeki endişeli bekleyiş Cuma namazına kadar sürdü. Nihayet namazdan hemen önce ağa kapıda göründü ama tek kelime etmedi. Abdestini alıp, camiye yöneldi. Köy ahalisi camide ağayı kanlı canlı görünce derin bir nefes aldılar; güç yerindeydi ve gücü elinde bulunduran hem canlıydı hem de kanlı, üstelik aklı da yerindeydi ki, camiye kadar gelebilmişti.

Kâhya ağanın emrini imam efendiye de ulaştırmış, imam hutbeden hemen sonra köy ahalisine duyuru yapmıştı. Namazdan sonra şehirden önemli misafirler gelecek, köyün çeşmesini hizmete açacaklardı. Bu nedenle köylü orada olmalıydı, yemekler de orada yenilecekti. Ama önce misafirler yiyecekti, bu çok önemliydi. Önemli misafirlerin içinde vali beyin olma ihtimali de kuvvetle muhtemeldi ki, ona göre kendilerine çeki düzen verilsin.

Köye hayat veren Taşkesen’in çeşmesi bugün açılacaktı, köye, köylüye, köyün hayvanlarına, itine, koyununa, kuzusuna, ineğine hizmet verecekti. Gerçi çeşme uzun zamandır köylüye zaten hizmet veriyordu ama şehirde itibarı azalan Cemil vekilin yeni hizmete açılacak bir şey bulması gerekiyordu ki, vali bey imdadına yetişti. Taşkesen köyünün çeşmesi üç yıl önce yapılmıştı ama halen “resmi açılış” yapılmamıştı. Hayatında uğramadığı, oy dahi istemediği Taşkesen köyünün siyasi itibarını iade edeceğini rüyasında bile görmesi mümkün olmayan Cemil vekil, kaderin garip cilvesine sadece gülümsedi. Böylece Taşkesenliler de ilk kez Cemil vekili göreceklerdi. Nam-ı dillere destandı ama kendisini gören bir Taşkesenli olmamıştı.

Namazdan sonra köylü, köyün hemen girişinde beklemeye başladı. Birazdan misafirler gelirdi. Beklediler, beklediler, beklediler ama ne gelen vardı ne de giden. Taşkesenlilerde sabırdan çok ne vardı. Köyde zaman boldu, sabır da zamanla bir arada koşup duruyordu. Köyün delisinin sesi duyuldu, “Şehirde Cuma namazı geç kılınır”, köylü bu söze güldü tabi, niye Taşkesen ülkenin bir ucunda, şehir dediğin de diğer ucunda mıydı?

Evet dedi deli, Köyle şehir arasındaki kilometre mesafesine bakarsanız yanılırsınız. Köyümüz şehre yakın ama gönüllere çok uzak. İsterseniz bunu gelen heyetin yüreğine sorun.

Deliden aklı başında bir laf çıkmıştı ama Taşkesenliler bunun üzerine kafa yoracak durumda değildi ki, ufukta toz bulutu gözüktü. Henüz Cemil vekil köyü görmediğinden, köyün yolunu asfalt yapmak da kimsenin aklına gelmemiş, tozu dumana katan konvoy köye girmişti. Pata küte diye bütün araçların kapısı açıldı, selam duranlar, yol açanlar, yol verenler, köylüyü itenler, Cemil vekil ve vali beyi sağ salim tören alanına kavuşturdu. Gerçi bu arada birkaç köylü ezilme tehlikesi geçirdi ama bunun lafı dahi edilmezdi.

Konvoyda vali, Cemil vekil ve bürokratların dışında iki de gazeteci vardı. Gerçi hiçbir gazetede imzaları çıkmazdı, ama bütün gazetelerde haberleri manşetten verilirdi. Bunlar valinin ve Cemil vekilin basınıydı. Bunların görevi, onlara olan sevgi selini resimlemek ve bunu gazetelere servis etmekti. Bunun için canlarını hiçe sayıyor, alttan çekiyor, üstten çekiyor, yandan çekiyorlardı. Çekilir gibi değilse de çekiyorlardı. Bazen de kurguyla güzel kareler yakalıyorlardı. Valinin ve Cemil vekilin basını, bu gece servis edecekleri metnin yarın gazetelerde manşetten veriliş şeklini bile biliyorlardı; Vali ve Cemil vekile Taşkesen’den sevgi seli.

Sonra bu manşetler makasla bir güzel kesilecek, dosyalanacak ve başkentte yeni koltukların döşenmesine katkı sağlayacaktı. Çünkü bu sel, aynı zamanda Cemil vekilin itibarı, valinin de koltuğunun sağlama alınmasıydı. Cemil vekille birlikte Taşkesen’e gelen bütün bürokratların da koltuğunun yere sağlam vidayla vidalanmasıydı. Bu tablo ve bu tablonun gazetelere yansıması, kimleri kurtarıyordu, kimleri. Bunu bir tek Taşkesenliler bilmiyordu…

Onlar bilmese de, çeşmenin başında kurulan sofraya yemekler dizilmiş, platform haline getirilen yerde ise ses düzeni alınmıştı. Ses düzenini imam efendi camiden getirmiş, platformu da tezeklerle oluşturan kadınlar, üstüne kilimler sererek tezekleri kamufle etmişti.

Köyün ve köylünün her bir şeyi olan muhtar mikrofonun başına geçti. Cebinden bir kâğıt çıkararak dikkatli bir şekilde açtı. Bu kâğıt, odasına kapanmadan önce beşinci sınıfa giden kızından aldığı kâğıttı. Demek ki üç gündür inzivaya çekilmesinin sebebi bu konuşmayı hazırlamak içindi. Hanımı rahatladı, derin bir nefes aldı. Ağasının aklı yerindeydi, ona bir haller olmamış, önemli konuklara, önemli bir konuşma hazırlamak için uğraşıp durmuştu. İşini iyi yapardı ağa, sahip olduğu topraklardan da belliydi bu. Babasından aldığı topraklara yenisini eklemiş, Cemil vekili memnun ettiği takdirde daha yenilerini ekleme şansını elde edecekti.

 Önce imam efendi cihazı kontrol etti, bir.. iki.. üç.. ses… ses… ssss…sss… deneme… deneme ve sonunda cihazı sağlam olarak sesin sahibine, gücün sahibine, köyün sahibine, ağaya, muhtara ve Taşkesen’in medar-ı iftiharına teslim etti. Mikrofonu alan ağa, önce konukları gözüyle yokladı, sonra köylüye dönüyordu ki vazgeçti…

Cebinden çıkardığı konuşma metnini okumaya başlamadan önce boğazını temizledi, sonra da sırayla bütün konuklara hitap etti;

Sayın valim, sayın Cemil vekilim, sayın kaymakamım, sayın il belediye başkanım, sayın ilçe belediye başkanım, sayın jandarma komutanım, sayın genel sekreterim, sayın tarım müdürüm, sayın orman müdürüm, sayın nehir müdürüm, sayın çay müdürüm, sayın su müdürüm, sayın tapu müdürüm, sayın gençlik müdürüm, sayın spor müdürüm, sayın mal müdürüm (ağa mal müdürünü hiç sevmezdi, o nedenle mal kısmının üstüne iyice bastırdı, zaten kalemle yazarken de bastırmıştı, oh ne iyi etmişti), sayın ziraat odası başkanım…

Bu sayın ve bu sayım tam 15 dakika sürdü ve ardından da son cümlesi geldi; hepiniz Taşkesen köyümüze hoş geldiniz.

Büyük bir alkış koptu, hem de kızılca kıyamet bir alkış. Islık çalanlar, nara atanlar, bravo diyenler…

Koltukları sağlamlaşan sayın vali ve sayın Cemil vekil de çılgınca alkışlıyor, onları gören diğer konuklar da alkış yarışına katılıyordu. Cemil vekilin görmesini isteyenler de daha çok alkışla onun siyasi itibarının iadesine destek veriyordu.

Köyün öğretmeni “yav muhtar üç gün boyunca odaya kapanıp bu konuşmayı mı hazırladın, bana deseydin 5 dakikada güzel bir konuşma hazırlardım” demeye hazırlanıyordu ki kızılca kıyamet alkış tufanını görünce vazgeçti.

Çünkü ağa, konukların nabzını öğretmenden daha iyi bilecek düzeydeydi. Öğretmen daha bu yıl köye gelmişti, ağanın bütün nesli, kanı, canı bu köy ve bu şehre aitti. O kimin neyi duymak istediğini çok iyi bilirdi hem de çok iyi…

PAYLAŞ
Önceki İçerikSaliha Yılmaz – Kadir Akyol
Sonraki İçerikMurathan Mungan’nın Divan-ı Harp Şiirleri Üzerine Bir Deneme
Naif Karabatak
1964 Adıyaman doğumluyum, İstanbul’da yaşıyorum. Gazeteciliğe 1979 yılında, yazarlığa 2000 yılında başladım. Birçok yerel ve ulusal gazetede köşe yazısı yazdım, söyleşi yaptım, genel yayın yönetmenliği görevinde bulundum. Şiir, deneme, öykü çalışmam var. Bir hikâyem uzun metrajlı film, bir hikâyem kısa metrajlı film olarak çekildi, birkaç hikâyem de tiyatroya uyarlandı. Yayınlanmış bir mizahi kitabım var ve ben daha çok mizahi öykü yazmayı seviyorum, yaşayamadığımdan olmalı!