Yaşanacak bir tane hayat var ortada; dünyanın tüm canlarına, hatta evrene bile sunulan budur. İnsan da, dünya da, evren de duracak değil ama, insan şekillendiricidir nihayetinde, insan insanı ve ondan başka kendisine dokunabilmiş her şeyi var edebilir, dokunmamış olana da var edip uzanabilir; hayat alındığında ise Tanrı, bu üstü saklar, hayatın kendisi de geri ödenir, belki. Ya da hayat bayağı bayağı bayat olabilir, Tanrı da başına çalabilir üste kalanı. Yine de, şüphesiz, söylenene riayet edilirse, burada bir tane hayat varsa, tanınan bir hayattan pişman olmanın abesliği bilinip Tanrı’ya bahşiş bırakmak gibi bir jest yapabilmek onu büyük çerçevesinden görebilmeye bağlı olmalıdır.

Cemal Süreya’nın ölümle ilgili dediği ve kitaba başlık olan Üstü Kalsın, diğer şiirlerinde de görülen pek çok öznel ve soyut kavramın aslında afaki bir sona, çoğunlukla somutun soyuta ihtiva olduğu bir gerçekliğe dönmesiyle açıklanabilir; bu yazıda biricik öğelerin şiirde kullanılan dil çerçevesinde hem nasıl insana, hem insandan tüm insanlığa, hem de bireyden bireye değiştiğine değinilecektir.

Kitabın ilk şiiri San’ı ele alıp başlarsak elde beliren imge ihtirasın solukla bedenlenmesi ile başlar. Kırmızıdır, aşktır, şehvettir; ve bu onların bir hastalık gibi semptomlarıdır: ihtirasın ve iç çekmenin burada bir rengi vardır. Anlatıcının kadına duyduğu aşk durmadan bir evre geçirmekte, hissettikleri, kadının saçlarını dünyasının gök kubbesi belirlemesiyle değişmektedir. Önce bir “kuş” belirir, soluğun ağızdan havada süzülmesi gibi o da süzülür, sonra yaptıklarıyla artarak bu kuş da değişir ve biz hastalığın bir diğer emaresini görmüş oluruz, o bacaklarını kucağına almasıyla “tarifsiz” dediği bir nevroz seviyesine geçer; şimdi hiddetli bir ağrıyla bir aygır gibi istemektedir karşısındakini, o da farkına varır, yüzünün yandığını bilir. Tabii burada bir unsur var ki şiir bu bireysel, hatta olabilecek en dünyevi halinden bir anda sosyal bir ayrıntıya uğrar; “yoksuluz” der, ki bu yoksulluk devam edecektir ve bir tanıma sığmayacaktır.

Öncelikle, gerçekçi, beşeri kullanımında bu söz sahi yoksulluğu simgeleyebilir; maddi bir yoksulluk nihayetinde açlık ve sefahatin sonunu hazırlayan bir temeldir ama bir daha düşünüldüğünde insandan uzaklaşır ve tüm topluma bir kapsayıcılık sunabilir. “Yok-” diye tanımlanan şey ihtiyaç ise, iki insanın birleşmesini, sevişmesini söyleyen dizlerde insanın asıl muhtaç olduğu, duru ve arı bir sevgiden ve her türlü bağnazlıktan, onu sınırlayan koşullardan oluştuğunu görmek de olabilir. Yani yoksuluzdur; çünkü insanı arındırıp, yalnızca insanı sevmeyi bilmiyoruzdur. Ki bu, şuradan açıkça görülebilir: yoksuluz diye gecelerimiz çok kısadır; iki insanın bir olduğu an, beden bedene verebildiği an belli ki her şeyin yittiği ve yalnız insanın kaldığı kısacık bir andır; ve böyle bir anı hep bulabilmek kolay değildir. Çünkü insan geçmişiyle, bağlı olduğu inançla, fikirleriyle ya da söylemleriyle, ahlakı ve savunduğu gelenekle soyunmaz, “tarifsiz” bacakları uzamaz; bedenini soyan ruhunu da özgürleştirebilmiş, gök bedenli doğabilmiştir; haliyle bunu elde edebildiğinde dörtnala sevişmelidir. Görüldüğü gibi şair bir duygu yükünden toplumsal bir sorunu ele alabilmiş, bir süreci anlatırken bu geçişi sağlayıp çözümlemiştir.

Mesela, yeniden, bu öznelden genele çıkma eylemi Cıgarayı Attım Denize’de de görülmektedir, ki bu sırada bilinç, durmadan mekan değiştirmekte, eline alabildiğiyle bunu desteklemektedir. Her şehirde görülebilecek bir canlıdır güvercin, pek sıradan bir kuştur aslında; ancak akılla ve aktarımla o birçok şekilde okunmuştur.

Öncelikle güvencin uçabilir, kuş olmak denilen şey, gökyüzüne hakim olmaktır, özgür olabilmek, dolaşabilmek ve aynı zamanda altından geçenlere ait olmadan, onlara dokunmadan, yani, maddeden maneviye ulaşmaktır; ki burada da bilinç bu geçişleri sağlar.

“Şimdi bir güvercinin uçuşunu [bölüşürken]” bir anda bu özgürlükten şair, kadına, bir fiziki bedene döner. Ellerinden bahseder önce, onu tanıyordur, bu aşikardır, “biz” diyebilmektedir; ve onunla konuşuyor gibidir. Bir kızdır ilkin, sonra yetişkindir de, sonra hayatın içindendir ve bir ekmeği kesmekte, aş için uğraşta, diğer yandan toz ve toprağı, yoksulluğu da görmektedir. O halde burada verilen büyüme eylemi, adım adım genişleyecek ve yine topluma ait bir çaresizliğe uzanacaktır. Sigarayla tütsülenmiş bir akıl beliriverir ve hepsini bir anda kapsar. Yaşam, anlatılan kadının ellerinde her halini almıştır büyüme sürecinde; yine bu eller bütün bunları, bütün biricik noktaları toplar ve onlara üstten bir bakışla süzer: “hürlük, barış ve sevgi” yakılıverir sigarada; alevi söndürebilecek en iyi yer de denizdir, ki bu denizi de bir üst kademe ele almakta fayda var; çünkü alevin içinde oluştuğu yer insanlardandır. Kaldı ki boğucu fikirleriyle ve düzeniyle onu en iyi söndürebilecek ya da en başta yakılmasına sebebiyet veren yine insandır. Ancak bu öyle bir bakıştır ki, insandan aldığı alevi insana attığında onlar ne yapacağını bilemeyen bir sürü haline gelir. Deniz kadar geniş olsa da su olduğunu bilmeyen bir deniz hiçbir fikri söndüremeyecektir.

Şimdiye kadar incelediğimiz genelden görebilme ve yoksulluğu anlayabilme, en güzel ve sade biçimlerden biri olarak Tek Yasak şiirinde sunulur. Bu iki mısra şiirin içinde ancak özgür olmuş insanın, yani yaşamaya ancak başlamış olan insanın ölümü lanetlenir. Yoksulluktan anlaşılabileceği gibi hür olmak, insanın kendini sakladığı alanını terk etmesiyle mümkündür; ve bu ulaşıldığında büyük bir çığlıkla yaşam muştulanır. Burada anlatıcının kendisi bir muştucudur; çevresinden umduğu bir şey vardır ki bir peygamber gibi, dünyevi olan insan yaşamından özgürlükteki ölümü lanetleyerek yeniden onu kapsayabilmiştir. Çünkü kutsamak tanrısal bir eylem olabilir; ve tanrıya ait olan bireysel değil, her şeydir.

İşlenilen konuya bir güzel örnek de Üvercinka olarak çıkmaktadır; hatta bu öylesine güzeldir ki, mısra mısra sunulduğunda bir özneden diğerine geçişi, somutun soyuta değişini, toplumsal ve nesnel olanı, duyguya ait ve akla ait olanı hep birlikte anlatırken biricik birçok anlatı hep daha üst bir olguya dokunmaktadır, hatta “Afrika” bile bunlara “dahil[dir]”.

İlk olarak bir boyundan bahseder anlatıcı, bu maddi uzuvla beraber olduğunu anlatır okuyucusuna. Sonra bu boyun “dayanmaya ya da umudu kesmemeye” bir payanda olarak gelir onun aklına; ve yavaş yavaş ilerlemektedir. Bir şehir merkezinden yeniden genele, dünyaya gitmektedir bu cismi bedenle; ama onun da farkına varamadığı bir şeyler olur. “Yüreğimi elliyorsun” der ve somut soyutla buluşur, bilinç ise kendini kaybetmeye, cismi her şeyden bir soyutlamaya girişir kendisini ve yine bunu anlatabilmek için kendi maddide bulur; sevişmek, bedenlerin bedenleri bulduğu en yüce yakınlık ortaya çıkmak ister, ki yeniden burada uzaklaşır ve tüm dünyayı sarar; “Bütün kara [parçalarını]/ Afrika dahil”.

Kadında aradığı şey, onun saçında, bedeninde bulduğu ile sınırlı kalamaz, hatta yine beşeri bir unsur olan günahla da bir tutulamaz; bedeni sevmek başka şeydir, ama tutku evrenseldir. Çünkü “Sayın Tanrıya” kalanı anlatan bu dünyada insandır; ancak anlatıcının ısrarla dile getirmek istediği insanın sığlığından daha yüksek bir mevkide bulunur: Aşk bir kişide başlar, diğer bedeni bulunca ise bu dünyadan uzaklaşır, o yüzden sevişmek bir kapı gibi dört duvardan çıkan insana havayı, toprağı ve evreni sunabilir.

Sonunda her biri yedi mısra olan ve “Afrika dahil” diye biten bu şiir, terk edilmeyle yine de kendi cesaretini korumayı bilmiş gibi yaparak son sözünü iletir, yoksulluk bir anlam daha kazanır “tüm kara parçalarında / Afrika hariç değil” iken.

Bir münzevi gibi yazılan bunca şiir, ki bunda demek istenilen ayağı toprağa basan bir adamın bedenini unutması için yola çıkması ve yolu bile unutmasından başka bir şey değildir, şair, pek çok anlatısında olduğu gibi Üstü Kalsın’ı da yine aynı minvalde sonlandırır. Dünyada olduğu halde onu unutmuş, doğrudan tanrıyla bir yüzleşme görülür burada. Sanki evvelden bir anlaşma yapılmış ve bu ruhsal an çizilmiş, bir son konuşma ile anlaşma taahhütünce sonlandırılacaktır. İnsan hayatı somuttur, Tanrı’nınki kutsal, yani herhangi bir maddeye dönüşmeden evvelinde soyuttur; nihayetinde son bir kıvrılmayla toplum insanı elleriyle baktığı yaşamına bir de yukarıdan bakmayı akıl edebilmiş, hatta bahşişini de arz etmiştir.

PAYLAŞ
Önceki İçerikSudan Çıkmış Balık
Sonraki İçerikDiriliş Aryası
Avatar
İsmim Ulaş Can Çakan, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları 3. sınıf öğrencisiyim. Liseyi Kocaeli’de İzmit Lisesi’nde okudum ve burada okurken “Genç Paylaşım” dergisinde 2’incilik kazandığım bir öykümü yayımladım; ayrıca aynı dönemde İzmit Garı’nda Kader Aktü Atölyesi olarak resim sergisinde çizimlerimi sergiledim. Yazmaktan, okumaktan, sanattan oldukça keyif duymakta, halihazırda da Galip Tekin’den çizgi roman, Sakine Çil’den de seramik dersleri almaktayım.