Sonsuzluğa Açılan Kapı; Yolun Sonu, Neşet Günal ve Esaretin Bedeli

0
1965
Sonsuzluğa Açılan Kapı; Yolun Sonu, Neşet Günal ve Esaretin Bedeli
Sonsuzluğa Açılan Kapı; Yolun Sonu, Neşet Günal ve Esaretin Bedeli

1950 sonrası, Türk sanatı ülkenin sosyal gerçeklerinin biçimsel niteliklerde yansıtıldığı bir dönemin başlangıcıdır. Halkın aidiyetsiz konumu, Neşet Günal’ın kompozisyonlarında çarpıcı bir öğe olarak yansır. Yüzeyin dokusuyla oluşan kendiliğinden espas, Günal’ın çizgisel yöntemiyle derinlik kazanır. Atmosferi kurak, sussuz bir nitelikte, içsel derinliği imleyen yalnız figürlerinden arda kalan boşlukta belirir. Resme ait ne varsa, öznel bir dönüşümden geçmiştir. Aynı hamurdan olan figür ve mekan içerisinde, çizgi üstün bir değer olarak figürün biçimini oluşturur. Figürlerin biçimlerindeki deformasyondan dolayı, kapalı alanlar figür nesne ilişkisini önler. Bu sebeple içerik bağlamında göçe zorlanan halk, biçim ilişkisinde dış mekana hapistir.[1]

Dış mekana hapis olan figürler, bende öyle bir çağrışım oluşturdu ki, arkası bir birini kovalayan fikirlerle, sezgisel bir heyecana kapıldım. Bu çalışmamda Neşet Günal’ın resimlerini farklı bir okumayla, Frank Darabont yönetmenliğinde çekilen Esaretin Bedeli (1994) filmi ile ilişkilendirerek Günal’ın doğaya hapis figürlerini veya aidiyet, özgürlük ve sonsuzluk kavramlarını resim sanatı bağlamında çözümlemeye çalıştım.

Resim 1: Sol üst: Neşet Günal, Duvar Dibi IV. tuval/yağlıboya, 139x210cm.
Resim 1: Sol üst: Neşet Günal, Duvar Dibi IV. tuval/yağlıboya, 139x210cm.
Resim 2: Sağ üst: Esaretin Bedeli (1994), Andy’nin hapishaneye giriş sahnesi.
Resim 2: Sağ üst: Esaretin Bedeli (1994), Andy’nin hapishaneye giriş sahnesi.

‘‘Değişken olana karşı oldum; dural kalmanın imkansız olduğunu bildiğim için. Gereksemesiz her atılım olumsuz bir değişkenliği sonuçluyor.(…) Değişkenlik yenilenmek değildir; oluşum önemli.(…) Bugün, mutlak bir yaratı özgürlüğünün rahatlığında kendini gerçekten özgür sanan ressamın açmazı ile karşı karşıyayız.(…) Resim benim için bir oyun değil, azaplı bir süreçtir’’[2]

Resim 3: Andy mahkumlara okuma yazma öğretiyor.
Resim 3: Andy mahkumlara okuma yazma öğretiyor.

Neşet Günal’ın kendini konumlandırdığı alan sancılı bir süreci kapsıyor, özgürlüğü elde etmek için o resmi yapmıyor, hala hapis kalmak için, hala o dünyada olmak için uğraşıyor. Resmini üslubunun sınırlarında hapis tutuyor. Üslubunun sınırlarını zorlayan rengi minimuma indiriliyor. Kendini kendine hapsettiği gibi figürü de yüzeye hapsediyor.

“Bugün, mutlak bir yaratı özgürlüğünün rahatlığında kendini gerçekten özgür sanan ressamın açmazı ile karşı karşıyayız.”[3] Bu ifadesiyle Günal,  Özgür olma edinimini ters köşe yapıyor. Özgür bir ortamda potansiyel yetilerin kolektif olarak yitirildiğini, özgürlüğün ve aidiyetin tembelleştiren sahasına vurgu yapıyor.

Resim 4: Alkatraz Kusçusu (1962)
Resim 4: Alkatraz Kusçusu (1962)

Özgürlüğün sınırsız doğası, insanın sonlu algısına ters düşüyor. Algı, içinde bulunduğu mekansal alana bağlıdır, sonsuzluk kavramını tanıyamaz, yani deneyimleyemez.[4] Tıpkı sonsuz olarak tanımlanan evrenin bizim bilincimizde hiç birşey ifade etmemesi gibi. Tadını tam olarak fark edemediğimiz sonsuz özgürlük ancak kaybedildiğinde, sınırlandığında insanın doğasında bir nitelik kazanabiliyor. Böyle bir okumayla düşünsel yetilerin ve duyusal kabiliyetlerin, sınırlandırılmış bir mekan algısıyla üstün seviyelere çıkabileceğine de varabiliriz. Alkatraz Kuşcusu (1962) Filmi aklıma geliyor, “Burt Lancester’in canlandırdığı Robert Stroud karakteri, son derece korunalık bir hapishane olan Alcatraz’a gönderilmiştir. Hücresindeki cama yaralanarak gelen kuşlarla ilgilenen Stroud, zamanla kuşlar ve onların hastalıkları hakkında bir uzmana dönüşecektir.

Bu bağlamda Günal’ı daha iyi tanımak için müebbet hapis cezasında olan insanların, özgürlüğü tanımlamalarından yola çıkabiliriz. Müebbet hapisteki mahkumların yitirilen özgürlüğünden arda kalan boşluğu (sonsuz özgürlük) nasıl değerlendirdikleri akla gelebilir. Bu bağlamda Esaretin Bedeli filminin okuması çalışmamın konusunu iyice ortaya koyacaktır.

Filmde üç ana karakter var. Tim Robbins’in canlandırdığı Andy Dufresne, Morgan Freeman’ın canlandırdığı Red ve James Whitmore’un canlandırdığı Brooks Hatlen. Andy masum bir mahkumdur. Aralarındaki en genç olanıdır. “Umut iyi bir şeydir” ifadesiyle özleştirilen Andy, umut etmekten asla vazgeçmez, hapis hayatını bir fırsata dönüştürebilecek masalsı bir iç gücü vardır. Hapishanedeki mahkumlardan farkı, masum olmasıdır. Bilinç düzeyinde Andy, adaletin yani maddi bir gerçekliğin (bilinen bir gerçeğin) peşini kovalarken diğer mahkumlar içsel bir suçluluk psikolojisiyle tinsel bir uzamda yer alır. Bu sebepten dolayı Andy finans gibi bir dalda profesyonelleşmiş bir karakter olarak betimlenir, hapishanedeki güvencesini, gardiyanların ve hapishane müdürünün hesap defterlerinin düzenlenmesi ve legalize etmesiyle sağlar.

Red, değişimden yana değildir. Her on yılda bir girdiği af mülakatında aynı ifadeleri kasıtlı olarak kullanarak değişimi küçümser. Andy otoriteyi tanıyan ve onunla baş etmesini bilen bir karakterken, Red kendi olarak kalmakla meşguldür. Kendini suçlayan bir mahkum olduğu, film boyunca verilmez ama filimin sonlarında kendisiyle yüzleşme sahnesinde farkederiz ki, Red içsel bir hesaplaşmadadır. O sahneden sonra Red özgür bırakılacaktır. (O sahneye daha sonra değineceğim.)

Brooks ise, hapis süresi dolmuş yaşlı bir mahkumdur. İçeriye öyle alışmıştır ki, mekan algısı deformasyona uğramıştır. Duvarların dışına aidiyet hissetmez. Özgürlüğü onun için mapustur ve dışarı çıktığında intihar eder.

Resim 5: Neşet Günal, Çocuklar, tuval/yağlıboya, 27x27cm
Resim 5: Neşet Günal, Çocuklar, tuval/yağlıboya, 27x27cm

Andy, Red ve Brooks arasında ontolojik bir birlik var. Brooks ve Andy Red’in karakterinin iki aşırı ucu gibi, aslında Red karakterinin çözümlesinde yardımcı rollerde olduğunu düşünüyorum. Bu üç temel karakter ile Günal resmini tekrar izliyorum. Andy, tıpkı Günal resimlerindeki çocuklar gibi, o mekana git gide adapte oldu ama umudunu, temel güdüsünü hiç bir zaman yitirmedi. Günal resimlerimdeki duvar diplerinde yeşeren çocuklar, bir umut ifadesiydi belliki. O kurak, gri atmosferde, çocuklar henüz orada dönen oyuna yabancıdır. Her daim Günal resimlerinde beliren çocuk, bir düzene ait olma ihtiyacında görünür. Olan düzen ise, çocukluğa yer olmayan bir yasalar sistemidir.  Çocukların bir an önce yetişkinler dünyasına dahil olması gerekliliği ilk bakışta gözümüze çarpar. Çocuklar (Resim 5) resiminde çocukların mekan içersinde başıboşlukları, ait hissedebilecekleri bir gerekçe arayışları o kadar aşikardır ki. Andy’nin umudu film boyunca çocuksu bir heves ve cocukça bir direnme olarak bizlere gösterilir. Kaçmak için yaptığı planlar filmin sonunda izleyiciyle paylaşıldığında bu çabanın bir kahramanlık öyküsüne dönüşeceği zemin, film boyunca hazırlanır.

“Değişkenlik yenilenmek değildir”[5] ifadesi, özgürlüğü veya aidiyeti deneyimlemek için değişik yöntemler arayan insan için bir nasihat gibidir. Değişme gayreti, sadece farklı bir formda aynı yolu yeniden gitmek anlamına da gelebilir.

  • Memur:“Dosyanız müebbet hapis cezanızın otuz yılını geçirdiğinizi yazıyor? Değiştiğinizi hissediyor musunuz?”
  • Red: “Dürüstçe söyleyebilirim ki ben değiştim. Artık topluma zararlı değilim. Bu tanrının gerçeği.”

(Aynı soruyu otuz yılda üç kere duyan Red, yine bir önceki ifadesiyle aynı cevabı verir. Red’in tahliyesi reddedilir.)

Red ile Günal arasında hem resim dili olarak hem de karakter birliği olarak benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Film boyunca Red af mülakatına on yılda bir dört kere girer. Her ifadesi bir diğeriyle aynıdır. Kendi düzenini değiştirmek için olan çabayı hor görür. Tıpkı umut etmeyi çocuksu bulduğu gibi, otoritenin aşırı güvenini de alaycı bulmaktadır. Oradan kurtulmak için bir çare aramaz. Bu durum Red’in kendi kedini cezalandırdığı bir kısır döngüye varmamıza sebep olur.

“Umut tehlikelidir. Umut bir insanı deli edebilir. Bu iyi değildir” der Red.

Red’in bu karamsar ifadesi, Andy’nin “Unutma Red, umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez. Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsün” ifadesi izleyicide karamsarlıktan kurtuluş için yüksek bir umut yeşermesine sebep olur.

Red, Andy’nin dediği gibi korktuğu gerçekleri belki de bilinç altında küçümseyerek onların zihinsel baskısından kurtulmakta bulmuştur çareyi. Neşet Günal da yaptığı her resimle belki kendini çocukluğuna hapis ederek, yaşanılan anın veya özgürlüğün önsezilemeyen doğasından korkuyordu. Değişimi ve değişmek için çabayı belki de bu yüzden hor görüyordu. Belki  geçmişiyle ilgili kendini suçluyor, kendini çocukluğuyla bir hesaplaşmaya mahkum bırakıyordu.  Belki de içinde yaşadığı toplumun o zamanki hal ve durumu içerisinde bir çare olamamaktan ya da bir çözüm üretememekten dolayı bir vicdan azabı, yaşanan açlık ve sefalet veya dayatılan baskıcı düzen adına, tüm insanlık adına kendini suçluyor, herkesin adına vicdanıyla hesaplaşıyordu.

Resim 6: Esaretin Bedeli (1994) Brooks tahliye edilmiş, dışarıdaki ilk dakikaları kendini aidiyetsiz hissetmekte.
Resim 6: Esaretin Bedeli (1994) Brooks tahliye edilmiş, dışarıdaki ilk dakikaları kendini aidiyetsiz hissetmekte.

BROOKS WAS HERE  (Brooks buradaydı)

Filmde yaşlı mahkumun (Brooks) hapis süresi dolmuş, tahliyesi gerçekleşmiştir. Gitmek istemeyen yaşlı adam ömrünün neredeyse tamamını hapiste geçirmiştir. Red’in bu duruma  ifadeleri şu şekildedir;

“Bu duvarlar tuhaftır. Önce onlardan nefret edersin. Sonra alışırsın. Yeteri kadar zaman geçtikten sonra tek güvencen olurlar. İşte ‘Kurumsallaşmak budur.”

Aidiyet duygusunun güvenililir hissi, ormanda doğup büyüyen çocuğun kente adaptasyon problemi gibidir. Orman tehlikeli ve zorlu olsa da aidiyet hissi onu güvenli kılacaktır. Kurumsallaşmak ile ifade edilmek istenen o mekana adapte olmaktır. Bir öyküyle açıklık getireyim; “bilim adamı dünyanın bir tosbağa üzerinde durduğuna inanan yaşlı bir kadına sorar, -Peki tosbağa nerede duruyor. -Kadın cevap verir, çok zekisin genç adam, ama her tosbağa bir diğerinin üzerine duruyor.”[6]

Aidiyet duygumuzu kaybetmemek için bazen kendimizi sınırlandırırız. Gerçek ispatlanmış olsa dahi bizi aidiyetsiz kılacaksa, ilk refleksimiz ve hatta travmamız olabilir, kulaklarımızı tıkayabiliriz. Lakin filmde  de Brooks özgürülüğün tatlı doğasının keyfini çıkaramayıp intihar ediyor.

Sanatsal üretimini sonsuz özgürlük olarak değil, sınırlandırmalar ve disiplin olarak tanımlıyor Günal,  resimlerinde biçimsel anlamda son derece öznel bir ifade ile insan figürünü mekana kurumsallaştırıyor. Aynı hamurdan olan mekan ve figür birbirinin neredeyse yerine geçebilecek tözsel bir senteze ulaşıyor. Dönemin yöresel, evrensel tartışmalarına girmeden, salt çocukluğuyla doğup büyüdüğü Nevşehir, Özyayla köyünden çocuk Günal ile izah edeceğim durumu: Resimlerindeki figür ve mekanlar onun çocukluğunun sahneleri. Bazen insanın kendini ait hissettiği yer, bulunduğu yer değildir.  Neşet Günal İstanbul’ da bulunuyordu ama aidiyetleri Nevşehir’de olabilir miydi? Çiftçi anne babanın çocuğu olan Günal doğaya mahkum toprak insanların evladı. Aidiyet ve güven duygusunu deneyimlediği atmosfer, resimlerindeki mekanlardan farksız değildi.

Kurumsallaşmak burada önem kazanıyor, nasıl Brooks hapisten çıkmak istemedi, Neşet Günal da kendini kendine hapis etti. Günal kendisine -çocukluğuna- kurumusallaştı.

Bu durum göstermektedir ki, özgürlük aidiyet duyulan alan içerisinde zihinsel bir kök salma durumudur.

Resim 7: Neşet Günal, Bunalım,tuval yağlıboya, 145x178cm
Resim 7: Neşet Günal, Bunalım,tuval yağlıboya, 145x178cm
Resim 8: Esaretin Bedeli (1994), Andy ve Red.
Resim 8: Esaretin Bedeli (1994), Andy ve Red.
Resim 9:Mehmet'in Oğlu, 1983,tuval/ yağlıboya, 138x83cm
Resim 9:Mehmet’in Oğlu, 1983,tuval/ yağlıboya, 138x83cm

Neşet Günal bir yetişkin olarak içinde bulunduğu ortamı özgür olarak tanımlamıyor, ama resimlerinde ait olduğu topraklarda veya çocukluğunda zihinsel anlamda gün geçtikçe daha da özgürleşiyor. “Resim benim için bir oyun değil, azaplı bir süreçtir…’’[7] ifadesindeki örneklemede çocukça bir eylem olan “oyun” kelimesinin karşısına “azaplı bir süreç” ifadesini kullanılması, eş değer bir tezatlık kurabilmesi, bilinç altındaki kurumsallaşmaya işaret eden nitelikte bir ifadedir.

On yıl sonra Red yeniden mülakata girer…(dördüncü girişi)

  • Memur: “Dosyanız müebbet hapis cezanızın kırk yılını geçirdiğinizi yazıyor? Düzeldiğinizi hissediyor musunuz?
  • Red:”Düzelmek mi? Bir düşüneyim. Bunun ne olduğu konusunda bir fikrim yok.”
  • Memur: “Yani topluma katılmaya hazır.”
  • Red: “Bunun ne demek olduğunu biliyorum evlat. Bu benim için sadece uydurulmuş bir kelime. Politik bir kelime. Sizin gibi, iş sahibi, takım elbise  ve kıravatlı gençlerin bilmek istediği nedir? Yaptığım şey için pişman olmamı mı istiyorsunuz?”
  • Memur: “Pişman mısınız?”
  • Red: “Pişman olmadığım tek bir gün bile yok. Burada olduğum ya da olmam gerektiğini düşündüğünüz için değilim. O zamanları hatırladığımda küçük aptal bir çocuğun işlediği korkunç suçu hatırlıyorum. Onunla konuşmak istiyorum. Denemek ve onunla konuşmak. Ama bunu yapamam. O çocuk geçmişte kaldı. Bu yaşlı adam onun artığı. Bununla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi bu saçma bir söz. Gidip formlarınızı damgalayın evlat, vaktimi boşa harcamayın. Çünkü doğruyu söylemem gerekirse, umrumda bile değil.”

Ve tahliyesi onaylanır. Red artık özgürdür. Red’in adalet sisteminde cezası belki çoktan bitmiştir fakat kendisiyle yüzleşmesi ve affetmesi kırk yılını almıştır. Red gibi Günal da değişimi yenilenmek olarak görmez. Değişimi, düzeltme edinimi gibi politik ve sıradan bir baskı unsuru olduğu için bağnaz, sığ bir kavram olarak görür. Red kendi içerisinde bir çözüme ulaşmıştır, tinsel düzeyde onu tutan içsel sıkıntısı, sonuçlanmış içindeki çocuk özgür kalmıştır. Tinsel anlamda özgürlüğe kavuşan Red, maddi gerçeklikte hapis kalmaya devam etmesi umrunda bile olmayacaktır. Red’de tıpkı Andy gibi artık sadece maddi bir gerçekliktedir.

Günal’ın iç sıkıntısı, insanlaydı. Çıkış noktası kendisi veya çocukluğu olsa dahi, sadece kendisiyle ilgili bir söylem yeterli olmayacaktır. Onun için her başlangıç bir şekilde insan -toplum- duyarlılığı ile sonuçlanıyordu. Andy veya Red gibi savaşması gereken sadece kendisi veya sadece adeletin bir kereliğine yerini bulması değildi. Onun kendine ördüğü duvarlar, yaşanan bağnazlık ve baskılar arttıkça, insanların acı feryatları duyuldukça yükseliyordu.

“Ben, uzun yıllar yeteneğimi, kişiliğimi sorguladığımda gördüm ki, akılcı yanım, yapıcı yanım daha güçlü. Renkçi coşkulara açık değilim. En renkçi olmak istediğim zaman bile rengin kendiliğinden yapının arkasına itildiğini görüyordum. Bu nedenle deseni yapıcı öğe, renki de yardımcı öğe olarak benimsedim.”[8]

Çizgi, bir çok sanat düşünürüne göre zihinsel bir süreci imler. Günal’ın çizgi temelinde oluşturduğu kompozisyonları onun zihinsel sürecini okumamız için bir alan açar. Yukarıda bahsettiğim kurumsallaşma gibi, Günal’ın Nevşehir’e aidiyeti, oradaki çocukluğu ve bildiği düzen, bu resim dilinin oluşumunu sağlar. Günal’ın özgürlük tanımı tıpkı Brooks’un dört duvara sığdırdığı özgürlük gibidir, Günal özgürlüğünü kendini ait hissettiği alanda genişletmiştir. Ayrıca, Avrupa sanatından Gotik Dönem ile Rönesans resminin kıyaslanmasıyla çizginin zihinsel süreci ile neyin kast edildiğini daha iyi anlaşılacağını düşünerek, Günal’ın resminin okumasında daha net bir anlayışa ulaşacağımızı sanıyorum.

Resim10: Esaretin Bedeli (1994), Andy hücresinde.
Resim10: Esaretin Bedeli (1994), Andy hücresinde.

Gotik sanat tanrıya ulaşma gayretiyle sanatsal üretimlerde Rönesans (özellikle Güney) resmine ’e göre içe dönüktür. Rönesans’ın tanrıyı dünyaya indirme gayreti ise Gotik Döneme’e göre daha saldırgandır. Gotik Dönem kendini dünyevi olan gerçeklikte sınırlarken(seçici ve eleyici), Rönesans’ın iştahlı bir çocuk gibi dünyevi, maddesel uzama hayranlığı veya görme odaklı ton zenginliği, Gotik Dönem’in bilme odaklı çizgisel biçimciliği  iki temel ontolojik farkı farketmemizi ve bu iki dünya görüşünün resim yüzeyinde nasıl şekil aldığına gözlem şansı verir.[9]  Gotik Dönem resmi çevresine karşı kendini sınırlandıran (seçici veye eleyici) bir duyarlılıkla Günal’ın resimlerine ufuk olmuştur. Neşet Günal’ın resim disiplinini bu bağlamda Kuzey Rönesans veya Gotik Dönem ressamlarıyla ilişkilendirmek, bizim onun resimlerindeki düşünsel dünyayı daha iyi anlamızı sağlayacaktır. Özgürlüğü tüketmek mi, yoksa elde etmek mi? sorunsalı bu devrede ortaya çıkacaktır. Başka bir söylemle, eklemlenebileceği bir kültür ve coğrafyaya ayak uydurmak mı yoksa aidiyetlerin sorumluluğunda güvence ve özgürlük için çabalamak mı? Florenski’nin ifadesiyle, “tüm mesele ortaçağ özgü gecelerin mi, yoksa aydınlamaya özgü gündüzlerin mi seçileceğidir.” [10]

Resim 11:Kapı Önü (detay)1978, tuval/yağlıboya, 164x97cm
Resim 11:Kapı Önü (detay)1978, tuval/yağlıboya, 164x97cm
Resim 12: Neşet Günal, Bunalım(ayrıntı), tuval yağlıboya, 145x178cm
Resim 12: Neşet Günal, Bunalım(ayrıntı), tuval yağlıboya, 145x178cm

Film ve resimlerin içerik ile olan ilişikisi

Günal’ın resimlerinde dönemin koşullarındaki insanların göçebe yaşamları ya da aidiyetsiz konumlanmalarına rastlanır. Fiziksel olarak hareket halinde ki göçebeler, zihinsel olarak konumlanamazlar. Bir kapı girişinin ya da bir yapının dış duvarının önünde olan emekçi insanlar, zorunlu iç mekanın yedeğini imler. Yuva kavramından yoksun insanlar açık havada hapistir, doğa karşısında çaresizdir. Filmde de aynı şekilde mahkumlar aidiyetsizdirler, sabit durdukları halde sürekli zihinsel bir göçe maruz kalırlar. Demir parmakların arkasında, beton duvarların önünde bir çok sahne vurgulanmıştır. Hapishanenin zindanları iç mekan olsa dahi, dış mekanın soğukluğunu imler. Hapishanenin dış mekanı etrafı duvar ile örülü olmasından dolayı, tıpkı Günal resimleri gibi zorunlu bir iç mekanın muadilidir.

Resim 12: Neşet Günal, Bunalım(ayrıntı), tuval yağlıboya, 145x178cm
Resim 12: Neşet Günal, Bunalım(ayrıntı), tuval yağlıboya, 145x178cm

Doğaya hapis toprak insanlar – Duvarlara hapis beton mahkumlar

Bitki örtüsü de aynı şekilde sınırlıdır Günal’da. Su ve suyla ilgili ne varsa Günal’ın resimlerine yabancıdır. Su doğaya karşı verilen mücadelede, bir kolaylık imgesidir, Günal’ın resimlerinde mücadele çetin olmalıdır. Esaretin Bedeli filmininde de tıpkı Günal resimleri gibi mekanın fizyolojik yapısını gözlemlemek mümkündür. Filmde beton yığının içinde, soğuk mekan algısı, Günal resimlerinde toprağın kuru ve zorlu şartlarını çağrıştırır. Resimlerdeki her şey tözsel bir şekilde toprağa dönüşür. Filmde ise görülen ana madde toprak değil betondur ama tözsel yöntem aynıdır.

Resim 14: Esaretin Bedeli (1994), Andy hapishaneden kaçtığı ve nehirde yağmur suyuyla yıkandığı sahne.
Resim 14: Esaretin Bedeli (1994), Andy hapishaneden kaçtığı ve nehirde yağmur suyuyla yıkandığı sahne.

Andy’nin hapishaneden çıktığı ve yağmur suyuyla temizlendiği sahne ise Neşet Günal’ın farklı bir  dönemine, Korkuluk serisine çağrışım yapıyor. Günal’ın korkuluk serisinde, “korkunun değil, bağnazlığın vurgusu ön plandadır. Başkası korkuluktan o, korkuluk takıntısından etkilenir.”[11] Bu seride gökyüzü ve yer yüzü birbirinden ayrılır, dokunsal öğenin her yeri bir yapan gücü, bu seride alanların kendi kimliğinin özgürce ifadesi gözlenir. Gökyüzü artık tüm ihtişamıyla mavidir ve yeryüzü kurak kalmaya devam edebilir.

Resim 15: Korkuluk XI, 1989,Tuval/ yağlıboya, 164x114cm
Resim 15: Korkuluk XI, 1989,Tuval/ yağlıboya, 164x114cm
Resim 16: Korkuluk VII,(1988), tuval/ yağlıboya, 165x78cm
Resim 16: Korkuluk VII,(1988), tuval/ yağlıboya, 165x78cm

Resimde tüm bağnazlıklar sabit kalan bir korkuluğa sığdırılmış,  mekan ve boşluk özgürlüğe kavuşmuştur. Filmde ise Andy İncil sayfalarını oyarak, kaçış tünelini kazdığı çekici içine yerleştirmiş, muhafızlardan saklamayı başarmıştır. Andy, sığ düşünceleri ve sorgulanmayan gerçekleri kendisinin kaçış planının kamuflajı yapmıştır. Çekici İncil’in içine saklarken, duvardaki tünel girişini Rita Hayworth ilk olmak üzere Marilyn Monroe ve Raquel Welch ile kamufle eder. Sadece erkeklerin olduğu hapishanede kadın dikkat çekici bir kamuflaj olmasına rağmen İncil gibi neden orada sorgulanmayacak bir imgedir. Hatta ilgiyi yüksek tutmak için otuz yıl içerisinde güncelliğini yitiren kadın ünlü, duvarı yerine geçen diğer ünlü kadına bırakacaktır. O posterin orada olmasından herkesin memnun olması gerekmektedir.

Hapishane müdürünü sıklıkla İncil’den alıntılar yaparken izleriz. Oldukça pis ve ahlaksız bir adamdır. Etik dışı çıkarlarını dinsel bir inanışın maskesinde halletmesi, filmin de tıpkı Günal gibi bağnaz düşünceler ve sığ kimliklerle mücadelesini tekrar tekrar ortaya koyar.

Film ile Günal arasında iki derin fark mevcuttur. Günal’da tözsel element toprakken, Esaretin Bedeli’nde metal ve betondur. Mavi skalasının film boyunca baskın olması, “umut iyi bir şeydir” söylemi ile paralellik  kazandırılmıştır. Günal resimlerinde ise toprak renklerinin hakimiyeti mevcuttur ve Günal’ın figürlerinin ayakları bu renk skalası içinde, oldukça yere sağlam basar. Her bir figür ufukta umudun gözükmediğinin farkındadır. Film boyunca, umut kavramı Andy’nin dayanma gücüne bağlıdır, Günal resimlerinde ise umut, çaresiz çocuklar ile yüzleştiğimizde yitirilen bir kavram olarak yüzeye yansır.

Filmin engin deniz manzarasıyla bitmesi, benim kafamı oldukça karıştırır. Film boyunca sınırlı bir mekansal algı yaratan yönetmen, neden son sahneyi bu kadar eklektik bir şekilde ele almıştır?  Sınırlı bir mekan algısıyla kendini gerçekleştiren mahkum, bu sefer engin deniz manzarasında ne yapacaktır? Neşet Günal’ın ifadesiyle “Bugün, mutlak bir yaratı özgürlüğünün rahatlığında kendini gerçekten özgür sanan ressamın açmazı ile karşı karşıyayız”[12]

Bu bağlamda (Resim 18)’e baktığımızda uzaklara doğru uzanan kurak manzarada insanların çaresiz ifadeleri rahatça okunur. Tıpkı mutlak bir yaratı özgürlüğünün rahatlığında kendini gerçekten özgür sanan ressamın açmazı gibi, mekanın uçsuz bucaksız uzanışı, -sınırsızlığı- karşısında resimdeki figürler oldukları yerde dona kalmıştırlar.

Resim 17: Esaretin Bedeli (1994), Son Sahne
Resim 17: Esaretin Bedeli (1994), Son Sahne
Resim 18: Mola (1962), tuval/yağlıboya, 139x210cm
Resim 18: Mola (1962), tuval/yağlıboya, 139x210cm

Tüm bunların doğrultusunda varmaktayım ki, sınırsız mekan algısına sebep olan ve görme ezberimiz haline gelen merkezi perspektif kuralları veya fotografın müdahalesi, insanı doğa karşında gören ama senteze  ulaşamayan pasif bir gözlemci hale getirmiştir.[13] Bu yüzden Günal’ın resimlerinde mekan yüzeyin dokunsal öğesi üzerinde çizilen figürlerden arta kalan boşluktur. Mekanla figürü birbirinden ayıran sadece bir kontürdür. Günal bu yüzden resimlerinde espası -mesafeyi- bir ilizyon niteliğinde kullanmaz. Resimlerindeki figürü yüzeye hapseder ama izleyicisine aktif bir gözlem sahası açar. Esaretin Bedeli filminin yönetmeni Frank Darbont da aynı şekilde oyuncularına sınırlı bir mekan algısı içerisinde kurguyu canlandırmalarını ister. Filmin sonunda  hapishaneden çıkıp  sonsuz ufuk manzarası karşında affalayan izleyici, tıpkı Andy gibi daha fazla gidemeden orada kalır.

Sonsuzluğa açılan kapı; yolun sonu.

Kaynakça

  • Erwin Panofsky, Perspektif Simgesel Bir Biçim, 2013, Metis Yayınları,İstanbul
  • Mehmet Ergüven, Neşet Günal, Bilim Sanat  Galerisi, 1996
  • Micheal Ann Holly, Panofsky ve Sanat Tarihinin Kökleri, 2012, Dedalus Kitap, İstanbul
  • Pavel Florenski, Tersten Perspektif, 2011, Metis Yayınları, İstanbul
  • Refik Doğuhan Özgün(2016), Modern Türk Resminde Mekan Espas İlişkisi,  yayımlanmamış yüksek lisans tezi, MSÜ, Güzel Sanatlar Enstitüsü
  • Umberto Eco, Efsanevi Yerlerin Tarihi, Doğan
  • Kitap Yayıncılık, 1.baskı, 2015
  • The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) (1994), Yönetmen: Frank Darabont Yazar: Stephen King (“Rita Hayworth and Shawshank Redemption”),

 

[1] Mehmet ERGÜVEN, Neşet Günal, s.44

[2] Mehmet ERGÜVEN, Neşet Günal, s.5

[3] bkz. (3).ERGÜVEN, 5

[4] Erwin PANOFSKY, Perspektif Simgesel Bir Biçim, s.12

[5] [5] bkz. (3).ERGÜVEN, 5

[6] Umberto ECO, Efsanevi Yerlerin Tarihi, s.27

[7] bkz. (3).ERGÜVEN, 5

[8] Mehmet ERGÜVEN, Neşet Günal, s.22

[9] Pavel FLORESNKI, Tersten Perspektif, s.76

[10] Pavel FLORESNKI, Tersten Perspektif, s.76

[11] Mehmet ERGÜVEN, Neşet Günal, s.147

[12] Mehmet ERGÜVEN, Neşet Günal, s.5

[13] Micheal Ann Holly, Panosfsky ve Sanat Tarihinin Kökleri, s.92

PAYLAŞ
Önceki İçerikAyrılanlar İçin Birlikte Sahnedeler! “Bir Anısın Çerçevemde”
Sonraki İçerikSanat Bizi Yükseltir
Doğu Özgün
Doğu Özgün, lisans ve yüksek lisans eğitimimi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi resim bölümünde tamamladı. Atölyede resim üretimini ve eser metni çalışmalarını paralel bir şekilde sürdürmektedir. İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor. Resim sanatında mekan ve espasın düşünsel düzeyde, bir 'dünya görüşü' sorunu olduğunu düşünmekte. Batı resmini ve Türk resmini, güncel ve sanat tarihinden örnekleri yöntem ilkeleri diktesinden çıkartarak diğer sanat disiplinleri ile anlama ve onlardan beslenme gibi yazım diline sahip. Yazmaktaki temel amacının “bir düşüncenin ispatı değil, (o) düşüncenin -fikrin- düşünebilirliği” üzerine yoğunlaştığını söylüyor.