Sevgili Ayla Algan’la Kültürel Bir Yolculuğun Sanatsal Adımları…

0
165
Sevgili Ayla Algan'la Kültürel Bir Yolculuğun Sanatsal Adımları...
Sevgili Ayla Algan'la Kültürel Bir Yolculuğun Sanatsal Adımları...

Bazı insanlar vardır; sizi gözlerindeki ışıltı ve bakışlarındaki zeka pırıltılarıyla etkiler, sevgiyle süslediği sözleriyle vazgeçilmeziniz olurlar. Bakmaz onlar, şiir yazarlar gözleriyle. Hani hayatınızın bir parçası olsun istersiniz. O insan hayatınızda olursa tüm problemleri çözer gibi gelir. Olağanüstü donanımlarla bezemiştir yaratıcı onları, bülbül gibi dilleri, kütüphane gibi bilgileri, çok ileri eğitimleri vardır. Hayatları boyunca kültürün eğitimin güzelliğin zarafetin sentezi gibidirler. Yürümez onlar sizin gözünüzde; görünmez kanatları vardır, elleri şefkat, sevgi, ilham verir dokununca ellerinize. Kötülük, kıskançlık onlardan uzak duygulardır ve hayatlarında asla yer alamaz. Gözleri pırıl pırıl akan nehirler gibidir, kimi zaman coşkun akan, kimi zaman engin sakin ve ılıman. Diyorum ya Yüzüklerin efendisi’ nde gördüğümüz “elf’ ler” gibidir. Tanrı’nın tüm güzelliği bahşettiği melek gibi insanlar. İşte onlardan biri Ayla ALGAN’ dır.

Bildiğiniz gibi mesleğinde başarılı olmuş sanatçılarımızla bir söyleşi gerçekleştiriyorum.

Aklıma ilk gelen isimlerden biridir “Ayla ALGAN” … Bilmiyorum neden isminin her anıldığı yerde içim sıcacık olur, belki de çocukluğumdan beri bildiğim için şarkılarını. “Hamsi Paluğu, Koca Öküz” isimli şarkılarını çok severdim. Ne zaman duysam eşlik ederdim. Yıllar sonra izlediğim “Ali’ye” isimli dizide ki ailesinin üzerine titreyen “Refüj anneanne”. Kurtlar Vadisinde ki “Prof. Anadolu” ve daha nice ömür defterinde yer verdiği nice beyaz sayfalar. Ve bu sayfaları renklendiren karakterleri bu kadar güzel yansıtması… Taktire şayan olmasındandır ki hayatına bunca ödülü bunca başarıyı, mükemmel bir eğitimi sığdırmıştır. O’nun karnesi hep çok iyi lerle doludur. Çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir sanatçı, çok iyi bir vatandaş, çok iyi bir eş, çok iyi bir anne ve çok iyi bir büyükanne onun hayatında vasatlığa yer olmayacaktır. O isim sevgili Ayla ALGAN Hanımefendidir.

Harbiye’de ki evini Sevgili Özel Asistanı ve Eğitim Koordinatörü; Sevinç Hanım sayesinde kolayca buluyorum. Kalbim küt küt zili çalıyorum. Kapıyı Sevinç Hanım açıyor. Sıcak bir neskafe eşliğinde biraz sohbet ediyoruz. Derken kapıdan o tatlı yüzü ve ifadesiyle Ayla Hanım beliriyor. Sarılıyoruz, beni röportajlarını yaptığı masaya alıyor. Ve söyleşimize başlıyoruz.

 S.Ö:   Güzel gözlerinizde ve teninizde göçmenliğin daha doğrusu Avrupai ligin etkisini görüyoruz. Soy ağacınız nerelere dayanıyor. Sanattaki bu verimliliğinizi bu senteze bağlayabilir miyiz?

A.A:  Benim annem de babamda Giritli ama annem bura Giritli yani büyükbabam daha çocukluğunda göç etmişler. Babamın tarafı da son mübadelede geldi. Dolayısıyla annem bura Giritlisi İstanbul’da doğdu.  Bende burada doğdum Osman Bey’de.  Babamda 18 yaşında filan ancak Venizelos’un oğlu onlara izin verdi çiftliklerinizi satın parasını da alın gidin diye. Öbürleri hep kaçak geldi. Cebinde paralar öyle geldiler.

S.Ö: Anne tarafından sanatın bir başka dalı “Resim” ile ilgilenildiğini, annenizin ressam olduğunu biliyoruz. Siz sanatın her dalında büyük başarılar göstermişsiniz, resimde de yeteneğiniz var mı?

A.A: O dönemde annemde resim okuyordu Mimar Sinan’da İbrahim Çallı’ydı hocası müzik severdi şarkı söylemeyi severdi. Benim çocukluğum için diyorlar ki; “bu daha yürümeyi bilmeden samba yapıyordu duvara tutunup.” Dolayısıyla galeriler yoktu hiç ressamlar için onun için portre yapıp satıyorlardı. Annemde portre yapınca kız arkadaşından para mı alacak deyince stilist oldu. Yani model çiziyordu. Senede iki kere Paris’e gidiyordu. Cristian Dior, Jack Fath (Modacı Jacques  Fath) onlarla çalışıyordu. Onlara bizim renklerimizi götürdü. Mor ile cam göbeği mesela şaşırıyorlardı “nasıl bu bununla beraber olur.” Bütün o kök boyalar, kilimlerde ki kök boyalar onu da okumuştu çünkü akademide. Stilize ediyordu laleleri, karanfilleri. Ve mecburen öyle yaptı sonra babamın parası gelince Girit’ten babam, ha bir ara telgrafhanede çalıştı eski yunanca biliyordu çünkü. Girit’te ilkokul Türkçe idi sonra ortaokulu ya izin veriyorlardı ya izin vermiyorlardı Rumcaya döküyorlardı. Anlattığı babamın,” Dağlardan kadınlar iniyordu” diyordu babam 12 yaşındaydım tüfek elimizde köşkün üstündeki balkonda “Svaskesti” isimleri kadınların. Korkutuyorlardı tabi onları öyle bir devre yaşadılar. Buraya gelince iyi oldu telgrafhaneyi bıraktı iş açtı kendine Galata’da. Sonra paramız oldu yani. Ama o dönemlerde ben daha doğmamıştım o zaman annem epey zorlanmış. Onlara Türk renkleri, şalvar kısa şalvar yapıyordu. Bizim kültürümüzü Fransa’ya götüren annemdir. Sonra burada gelip patron çıkarıyordu onları satıyordu. Terzilik değildi tam stilist şimdiki gibi. O zaman terzi vardı ve “Houte Couture” kutur vardı. Tekti elbise. Konfeksiyon yoktu. Ben Amerika ya gittim o dönemde de konfeksiyon yoktu burada. Bir Printems vardı Paris’te ben çünkü Paris’te okudum. Ortayı Dame de Sion’ dan bitirince Paris’te liseyi okudum. 15 yaşında gittim. Fransızcam çok iyiydi hatta edebiyat hocam hep şey diyordu “size öğrettikleri Fransızca hakiki Fransızca” çünkü kelimelerin dil etnolojisine giriyorlardı kelimelerin akrabalıkları fİlan …. Ve öyle ben hiç İngilizce almadan ders Amerika’da Fransızcayı tercüme ediyordum.  O sırada tiyatroda aktör stüdyo oluyor, kocam da vardı; Baklan’da. Diksiyon öğretiyorlar “Conversision” Fransızca “Conversation.” İngilizce aynı kelime kök kelimeleri de bildiğim için hiç okula gitmedim sadece diksiyon dersi aldım İngilizce. Ve diyorlardı ki ne güzel İngilizcen var. Ben diyordum Fransızcadan uyduruyorum. (Gülüyor). Sonradan şarkı faslına girdim. O da turizm bakanlığının Mukadder Sezgin Bey o zamanlar en iyi şarkıcılar Ajda Pekkan’dı filan ama adam dedi ki; Fransızcası çok iyiydi. Müsteşardı. Kültür bakanlığı yoktu o zaman. Sadece turizm bakanlığı vardı. Yani ben hep dışişlerine çalıştım. Rusya, Afrika, Amerika hep ve Yunus Emre nin adını tanıtmak için oralarda da her dilde de dizelerini şarkılı okuyordum. Poisşantik şarkılı şiir gibi. Ve çok sevdiler bazıları diyordu ki: “yok ya Türk olamaz Anadolu’ lu olamaz bu Yunus Emre.”  Çünkü onlarda 13. Asır tam orta çağ karanlık çağ. Fransızlarda bir Villion (François Villon) diye biri var. O aynı Yunus Emre gibi konuşuyordu. O zaman telefon vardı o kadar nasıl haberdar oldular? Onunda felsefesi benzer yunus Emre’ye ama tabi Yunus Emre’nin tasavvuf felsefesi Hegel gibi… yani ben hep batıda eğitildiğim için kendi kültürüme hep batıda nereden almış, Batı nasıl almış derken sonunda dedim ki; bizimki daha iyi. Çünkü bizim tasavvuftaki oruçlar hep doğa içinde kalmak kendini çekmek her şey felsefecinin işidir tabi de yani sosyal hayattan dışarı çıkmak doğacı olmak doğa içinde temizlik için… En sonunda tasavvuf felsefe; “düşünüyorum dolasıyla varım.” Descartes’le bitiriyor. (Cogito, ergo sum: Düşünüyorum, öyleyse varım). Gogito ergo decartın düşü…

Hegelden iyi… Hegel “gogito ergoy’la” bitirmiyor. Daha psikolojik daha 20. Asır felsefesini konuşuyoruz şimdi bizimki daha eski. Ve o dizeleri söyledikten sonra birden şarkıcı buldum kendimi. Zeki Müren Bey 5 bin kişilik gazinoda çıkıyor Çakıl diye bir gazino vardı Aksaray’da hala var mı bilmiyorum. Belki yıkılmıştır gökdelen yapmışlardır. “Zeki Bey dedim Yunus Emre kim dinler gazinoda içkili gazinoda.” O da “bak dinlerler göreceksin.” dedi. Sonra tabi birkaç Fransızca Şanson (Kıt’a adı verilen şarkı gibi söylenen mısra.) ekledim. Bir de kadın özgürlüğünü anlatan “Hamsi Paluğu” va “Koca Öküz” var. O “Koca Öküz” bir tuttu herkes eğlenceli zannediyor ama laflar o kadar sosyal içerikli ki o kadının; öküz öldüğü için kuma almak istiyor adam yani çalışsın diye…  Geçen Frankfurt’a gidiyorum orada 15-20 yıllık bir tiyatro var Türkçe oynuyorlar. İşte oraya gittiğim zaman beni çok seviyorlar tabi dizilerden de tabi tanıyorlar. Büyük mağazanın birinde bir kadın “Aman Ayla Hanım bu, seni çok seviyor” dedi. 4 yaşında ki çocuğu gösteriyor. “Bu nereden bilir beni ayol” dedim. Ayla diyor Ayla Algan diyor çocuk bakıyor sonra “Koca Öküz” deyince çocuk “ach so” dedi. Meğerse Koca Öküzü biliyor beni nereden tanıyacak 4 yaşında çocuk. Annesi tanıyor ve büyükannesi belki…

S.Ö: Sayısız ödül adınız. Başarı sizin diğer adınız gibi. En çok heyecan duyduğunuz ödülünüz hangisidir?

A.A:  Şarkı olunca bu sefer batı müziğine geçtim.  Ergüder Yoldaş ile çalıştım. Onunla ikincilik ki birinciliğimi yediler Rus’a verdiler Bulgaristan’da Türkleri hiç sevmiyorlardı çünkü.  Ama halk sürekli “bir daha söyle” diyor. Birinciye gelene kar üçüncü ikinci birinci en son söyleyecek. Sıra birinciye gelmesin diye halk “bir daha söyle” diyordu. Sonra kızdım tabi sinir oldum. Kocamda diyor ki “niye gidiyorsun?”. Polonya’dakine gittim bu sefer Sopot’a. Orada birinciliğimi aldım. Orada Kızılderililer üzerine bir şarkı yaptım. Yarısı kızılderili, yarısı Fransızca, yarısı İngilizce; Porto Rikolulara bağladım. “As no time for us” diye “no plays for us” diye bak onu da neden anlatıyorum hep bizi küçültmek istiyorlar Avrupa’da hıncımı alayım diye yaptım. Çünkü tam Kızılderililere ne yaptılarsa anlatıyor şarkı. “Bizim diyor babamın o kırlarda at koşturduğu yerde Times Squere yaptılar diyor. Lipsitik ile petrol kokuyor diyor orası.” Onu sansüre koydular. Dünya çapında bir şeye Times Squere diyemezsiniz dediler tamam dedim. E iki hece cehennem dedim, cehennem yaptılar o bölümü o macerada öyle. (Okuyucularımız You Tube’de bulabilir. Ayla Algan’ın Sopot’u deyim yerindeyse fethedişini. O nasıl bir yorum, o sahnede devleşme, susmadı alkışlar susmadı ta ki tekrar çıkıp şarkısını tekrar söyleyene kadar. Efsaneydi, Şahaneydi) …

Sonra müzikallerde oynadım. Yıldız Kenter, Müşfik Kentler ’le üç kuruşluk operada oynadım. Ama daha politik şarkılar söylemeyi seviyordum; layloylom değil. Ama sonra tabi plağa girince mecbursun. Ama yine de “Koca Öküz”, “Hamsi Paluğu’nu” Karadeniz’i gezerken ben hep yaşlılardan masal ninni şarkı söylüyorsa onları hep toparlardım. Bir kadına rastladım çay büküyordu kocasına söyleniyor; başımdaki yazmanın ben verdim parasını denizdeki takanın ben aldım yarısını…(gülüyoruz) Engin evladım hemen müzik yaptı. Ajda’nın bir söz yazarı var hemen o da Türkçelerini yaptı bir çıktı bir tuttu o da koca öküz kadar.  8 Mart şarkılarım diyorum onlara kadın özgürlüğü şarkılarım. Tabancasız tüfeksiz hakkımı alacağım hamsi balığı gibi hop hop oynatacağım diyor. Şarkıları böyle toparladım. Muhsin hoca bölge tiyatroları böyle çıkınca hiç istememişti o. Zaten bölge tiyatroları Köy Enstitüleri kapandıktan sonra bir Marshall yardım verdi Amerika ki en azını bize verdi en geri kalmış memleketlere çok daha fazla para gitti. Ve enstitüleri de Rus eğitimidir diye kapattı. Yerine bölge tiyatrolarını kurarsak dedi. Köy enstitüleri, bölge tiyatroları, halk evleri üçgeni içinde tiyatroyla doğru Türkçe öğretecek müzik yapacak mesela kaval çalan çoban gelip flüt çalacak cumhur reisinin orkestrasında düşüncesi vardı. Öyle bir yaptılar ki yine burada konservatuarlar ya da nerdeyse oradan çıkan çocuğu oraya yolluyor. O zamanda dedim ki bari benim yaptığım gibi masalları ninnileri eski Anadolu yaşlı kadınlara gidin konuşun fotoğraf çekin oradan oyun çıkarın bari dedim.  Kalkıp bilmem ne kasabasına Shekspir yine iyi benziyor bari onları yapın dedim. O kızlar heba oluyordu şehirde okumuş konservatuarı bekliyor ki şehirde oynayacak kendi şehrinde İzmir, Mersin bilmem ne köy bucak yolluyorlar.

S.Ö: Yeterlimi sizce konservatuarlarda ki eğitim?

Ben artık yollamıyorum. Hocada kalmadı artık. Çok idealistler gidiyor iki ders veriyor sonra öbürü geçiyor yani bir bütün yok. Hocalar bir araya gelip çünkü diksiyon almaya mecbursun dekor kostüm yapan mecbur şarkı söyleyen mecbur bir klik kuramadılar. Klan gibi yaşamak lazım tiyatroda yani ontik bir sanat dekor kostüme benzemez kostüm müziğe benzemez ışık yazara benzemez onun için İsmail Tunalı’ nın ontolojisini okuyun diyorum. Ontolojiyi bu zamanda çocukların bilmesi lazım. Çünkü sadece bir yönü aldıkları için mesela Sosyoloji okuyor Sosyal Psikolojiden hiç haberi yok. Hep aynı fenomeni aldıklarının farkında değiller. O zaman forum tiyatrosuna girmek lazım. Bu fenomen psikolojik karı koca kavgası bilmem ne benle ilgili bir de sosyal benim var süje oluyor o zaman ben oluyor. Toplumsal benim var onunla onu o kadar karıştırıyor ki hele piyeslerde öyle olmadığı için aynı şeyi söylüyorlar psikolojik toplum içinde de ağlıyor. Toplum içinde dirençli gözükmesi lazım. Hero’nun başrol oynayan. Onun için bu laboratuvarı kurduk, şehir tiyatrosunda kurduk şimdi 25 sene oldu. Gelen kapatıyor sonra biz emekli olduk Erol Keskin’de vardı bizimle Macit Koper, Taner Barlas, onlarda LCC’den (Language and Culture Center) öğrencilerimiz Beklan’ ın benim Haldun Taner’in öğrencileri. Oraya başa gelen biri ne lüzumu var demiş buna.  Verdiği de 300 lira yol parası yani laborantları araştırma yapan…kadroya da almıyorlardı. Böyle idealistler yetişti. Bende dernek kurdum. En mühimi kimse kapatamıyor.

S.Ö:  Eğitim önemli; gençleri eğiterek buna olan inancınızı kanıtlıyorsunuz. Peki alaylı oyuncular hakkında ne düşünüyorsunuz, eksiklikleri eğitim dışında nedir? Bundan oyuncu olmaz dediğiniz sizi şaşırtan bir oyuncumuz var mı?

 A.A: Ben yaratıcı Drama’yla başladım ders vermeye dışarıya sonra baktım ki tiyatrocular sinemada iyi olmuyorlar. Bende aynı şeyi geçirdim mesela ah güzel İstanbul sadri alışıkla bana diyordu ki göğüs planda kamera yakındayken tiyatrocu gibi oynama gözünle oyna, gözünle ara gözünle düşün diyordu öğrendim. Öyle güzel öğrendim ki kamera önü derslere başladım. Şimdi 15 20 senedir sade kamera önü dersleri veriyorum tiyatro değil. Tabi karaktere girmek var sıcak sandalye dediğimiz Psikolojik Psikoteknik, Moreno tiyatrosu var orda kendini araştırmayı öğrensin diye oyuncu bütün bunlar var. İki aylıktı şimdi üç aylığa geçirdim.

Bir sürü de starlarım var eksik olmasınlar. Beni utandırmayan Bergüzar(Korel) var mesela harika oynuyor Vatanım Sensin’de.  Barış’ta(Arduç) öyle, mankenlikten gelen Tolgahan Sayışman’da öyle benim öğrencilerim çok iyi çıktı. Çünkü ben diksiyon dersini diyafram ses ile veriyorum. Meridith Monk’ın tekniği. Yoga mantralarına kadın sesi çıkarttırıyor. Ve sen kendi bedenin sesini buluyorsun. Sonra merkezler değişiyor tipe girdiğin zaman. Mesela ben bir kurtlar vadisinde kendi sesimi kullandım. O kadın o kadar benziyor ki bana zaten böyle giysilerimle gidiyordum. Zaten söylediklerinde “aaa benim işim ne kurtlar vadisinde” dedim.  Yok dedi bir Profesör kadının hayatını hani fizikçiler vardı ya uçaklarını düşürdüler bor yüzünden. Bor sadece Türkiye’de var. Toryum’u bulmuşlardı bunlar. Şimdi işlendiği zaman doğalgaz yapabiliyorsun elektrik yapabiliyorsun ve bor sadece Türkiye’de.  Onu duyunca ben bunları da söyleyecek miyim dedim evet deyince kayınpederimin hıncını çıkartıcam dedim. Bir günde boru devletleştirdiler bu adam bize de açık vermiyor Allahtan Kromları da vardı ve işçiye çok yakındı adam en temizi onlarındı. En az kaza yapabilecekleri şekildeydi. Aldılar Etibank’a verdiler. Etibank’ tanda Amerikalısı İngiliz’i aldı. Öyle satıldık. Dolayısıyla çok hoş neler anlattılar ben bilmediklerimi de orada öğrendim oynarken. Bir tohumlar varmış mesela bizde öyle profesörler geliyormuş o tohumu bulunca fidesini kendi ismini koyuyormuş bunu da Erhan diye biri var güya beni koruyor herkesten ben güya binmemişim uçağa yaşıyorum. Ve Toroslarda yaşamışım işte orada da araştırmalarımı işçi olarak çıkarmışım.  Ve diyor ki “nasıl kısır” biz diyorum şimdi Hollanda’dan marul alıyoruz ve kısır nasıl kısır olur ya biz diyor “karpuzun çekirdeğini saklayıp ekiyorduk dimi abla” diyor bana. Evet diyorum yavrum Türk bayrağı olan topraklarda bunlar başka profesörlerin araştırması yazılıyor ve bizde domatesi bile İsrail’den alıyoruz. Ben Çanakkale’de domates yiyorum bahçede o çekirdeği ile bile çıkmış. Ama artık o eski koku yok. Ben Amerika’ya gittikten sonra domates yememeye başladım.

S.Ö: Sinema mı tiyatro mu? Desem…

 A.A: Sinema diyorum neden çocukları yetiştirirken, şimdi tiyatrolarda şöyle bir şey oldu kuramsal eskiden konservatuar bitiren genç mecburdu şehir tiyatroları devlet tiyatroları bunları almaya tabi seçerek alıyordu ama zaten konservatuarda seçerek alıyor. 300 kişi giriyor 3 kişi alıyor Mimar Sinan…

Çevreye göz gezdiriyorum, girişte küçük yaşlarda ders aldığı Piyanosu, içerde küçük Botanik bahçesi, ortada çok değerli bir antika özelliği olan sini (Muhsin Ertuğrul’un hediyesi) üzerinde kendisini anlatan dergiler, oturduğumuz masanın karşısında resimler…

Yan tarafta Muhsin Ertuğrul’un büstü, iki tane birini annesinin yaptığı iki büst ve resimler. Sevgili eşi 2010 yılında kaybettiğimiz ünlü sanatçımız Beklan Algan’ın resmine bakıyoruz ikimizde “Ne kadar yakışıklıymış diyorum. Gözlerinden hüzün geçiyor “öyleydi” diyor. Küçük yaşlarda Bedia Muvahhit’in eşi Avusturyalı müzisyen Friedrich von Statzer’ den ders almış Ayla Algan aile dostları olan küçük Garo Mafyan ile. Bedia Muafit öyle kıskançmış ki dersin ortasında kapıyı pat diye açar girermiş. Eşi kime ders veriyor diye. İki çocuğu görünce içi rahat günün her saatinde giyindiği uçuşan saten sabahlığı sürüyerek ponponlu terlikleriyle çekermiş kapıyı. İler ki yıllarda Bedia Muvahhit Ayla Hanım’a “kocanı gönderme bir yere kıskanmıyor musun dediğinde Ayla Hanım gülerek “ben onu hamile bıraktım gidemez bir yere dermiş” ve kahkahalarla gülerlermiş bu sözün üzerine. Sonra diyor ki; “Kalp krizi geçirmişti tedavisi yapıldı. Hiçbir sorun kalmamıştı birden bu kanser çıktı ve kısa sürede…” diyor gözleri dolu. Konuyu değiştirmek için soruyorum.

S.Ö: Actor’s stüdyo ya eşinizle birlikte gitmiştiniz, kimler vardı o dönemde?

A.A: Joshua Logan, Elia Kazan bir de Lee Strasberg hocalarımızdı. Marlon Brando başta olmak üzere Montgomery Clift, Julie Harris, Eli Wallach, Karl Malden, Patricia Neal, Mildred Dunnock, James Whitmore ve Maureen Stapleton gibi aktörler de burada eğitim almıştı. Marlon Brando ve Marilyn Monreo bizden önce eğitim almışlardı ama zaman zaman gelir, bir tipten bir tipe geçmek, alt benlerini temizlemek için çalışırlardı. Actor’s Studio vakıf gibi bir yerdi.

S.Ö: Siz bir vatanseversiniz. İlkeleriniz var. Size hitap etmeyen ruhunuzu ele geçiremeyen hiçbir projede gelecek vaad etse de var olmamışsınız. Bu konuda kendinizin dışında söz verdiğiniz biri var mı?

A.A: Komedyen Fannie Brice’in hayatını anlatan Funny Girl filmi için Brice rolü Barbara Streisand’dan önce size teklif edilmişti ama, kabul etmedim. Colombia Pictures, Funny Girl filmi için 8 senelik kontrat imzalatmak istiyordu. Marlon Brando bana: “Colombia Pictures’dan hala kendimi satın alamadım” dedi. 8 senelik kontratı imzalattı mı, ne istiyorsa oynatıyor, porno bile! Bu nedenle kabul etmedim. Bir de Belmondo’ yla oynayacağım bir film teklifi geldi. Rolüm çok iyiydi; esrar içen kadınları koruyan, onları vazgeçiren bir karakterdi. Ama Türkiye’yi nasıl gösteriyor biliyor musun? Ülkemizi uyuşturucu bakımından çok kötü gösteriyordu. O zamanın Başbakanı Bülent Ecevit;” Biz sadece farmakolojik esrar kullanıyoruz” diyordu. O zamanlar şimdiki gibi mafyalar, uyuşturucu kaçakçıları filan bu kadar yoktu. Bu yüzden ülkemi karalayan o filmde oynayamazdım. Vatan haini olarak görülebilirdim.

S: Ö: Bu hayata tekrar gelseniz kim olup nerede yaşamak isterdiniz?

A.A: Tabi ki kendim olmak isterdim. Buraya gelene kadar o kadar uğraştım ki sadece kendim olmak isterim.

Biraz daha sohbet ediyoruz siyah rengi tercih etmememi öneriyor, gözlerinin renginden kıyafet seç diyor. Çocukların renk skalasından da koyu renklerin çıkarılması gerektiğini söylüyor…

Bir insan bu kadar mı doğal ve içten olur. Bizler Sanatçılarımızın gerçek hayatlarında farklı, ekranda farklı olduğunu düşünürüz. Sevgili Ayla Algan öyle içten ki bir anda o güzel aurası insanı çekiyor. Tüm dış güzellikler bir yana dersek ya iç güzelliği o yumuşacık kalbi, torunu evde diye o özeni, kapıya gelen balıkçıdan balığı özenle seçiyor kızı Sevi Hanım’ın yavrusu için. Ne kadar dolu bir insan kitap gibi o güzel başının içinde bir kütüphane var. Hep severdim şimdi aşığım ona. Hep hayatımda olsun isterdim.

İzin isteyip kalkıyorum. Sevgili Ayla Algan’a, Sevgili Asistanı beni Ayla Hanım’a ulaştıran güzel gözlü melek yüzlü Sevinç Hanım’a çok teşekkür ediyorum. Ayla Hanım kendisine her zaman ulaşabilmem için Telefon numarasını veriyor. Kendisine sarılıp öpüyor ve ayrılıyorum. Merdivenlerden inerken ben böyle güzel bir insanla sohbetimden mutlu ve sıcacık kalbim…

BASIN BİLDİRİSİ:

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Devlet Tiyatroları ve Tiyatro Frankfurt iş birliğiyle 4’üncü kez düzenlenen Frankfurt Türk Tiyatro Festivali, 5-15 Mayıs arasında yapıldı. Türk tiyatrosunu tanıtmayı amaçlayan festivalin İstanbul’daki tanıtım toplantısına katılan Tiyatro Frankfurt Genel Sanat Yönetmeni ve Frankfurt Türk Tiyatro Festivali Başkanı Kamil Kellecioğlu, bu yılki sloganın ‘Sanata Evet’ olduğunu söyledi.

KAMİL Kellecioğlu, festival boyunca 25 etkinlik gerçekleştirileceğini kaydederek, “Güzel bir şey yapmak istedik. Bana kalırsa güzellik göreceli değil bulaşıcıdır. Tiyatro bizim en insan yanımız. Gelin hep birlikte bu güzelliği dünyaya bulaştıralım. Gelin bütün çirkinlikleri güzelliklere ulaştıralım” dedi.
Festivalin kültürlerarası bir köprü işlevi gördüğünü dile getiren Kellecioğlu, “Türk tiyatrosunun gelişimini uluslararası platforma taşımak ve yabancı sanatseverleri oyunlarımızla buluşturmak, ülkemizin zengin kültürel geçmişini ve Türk tiyatrosunun bugünkü yansımalarını tanıtmak amacıyla çıktığımız bu yolda, Frankfurt Türk Tiyatro Festivali büyük önem taşımaktadır. Frankfurt’ta Türkçe konuşan tiyatro kültürlerarası diyalog için bir köprü oluşturmak idealindedir” diye konuştu.

ÇOCUKLAR DA UNUTULMADI

Festival programı hakkında da bilgi veren Kellecioğlu, şöyle dedi: “Beş tane büyük prodüksiyonlu oyunumuz var. Adana Devlet Tiyatrosu, Pangar Tiyatrosu, Talimhane Tiyatrosu, Entropi Sahne ve Seyir Tiyatrosu’nun çocuk oyunuyla, birbirinden değerli oyunlar ve oyuncularımız bizimle birlikte olacak. Atölye, söyleşi ve panellerin yanı sıra çocuklarımız için yapılacak yaratıcı drama ve çocuk tiyatro atölyeleriyle çocuklarımızı da unutmamış olacağız.”

 

Sevgili Ayla Algan'la Kültürel Bir Yolculuğun Sanatsal Adımları...
Sevgili Ayla Algan’la Kültürel Bir Yolculuğun Sanatsal Adımları…

 

 

PAYLAŞ
Önceki İçerikYABANCI GELDİM SANA / Şiir
Sonraki İçerikHOŞÇA KAL ÇORAK / Öykü
Selda Önder
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil ve Moda Tasarımı lisans eğitimi alan Selda Önder, yine aynı üniversitede pedagojik formasyon eğitimi aldıktan sonra İsatanbul Arel Üniversitesi Moda ve Tekstil Tasarımı ana bilim dalında yüksek lisans yaptı. Çeşitli kolejlerde, resim, el işleri, ebru, tezhip, hat, seramik, görsel sanatlar ve moda tasarım öğretmenliği yaptı. Halen Bahçeşehir Yelpaze Dergisi'nde sanat editörlüğü yapmaktadır.