Sanatçı Olmak Yolunda İlerleme

“Sanatçı olunmaz doğulur.”

Sanatçının sözlük anlamı her ne kadar güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan eser veren kimse olsa da, sanatçı kelimesi bu tanıma sığamayacak kadar sanatsal bir anlam taşır, aslında. Sanat insanlık tarihinin hemen hemen her döneminde tüm etkinliklerin üzerinde tutulmuş, insanın güzel olana ve estetiğe ulaşma isteğini ifadesi olarak çok büyük değer görmüştür. Sanat öyle bir kavramdır ki tam olarak “şudur” diyebileceğimiz bir şey yoktur. Her döneme göre düşünürler onu farklı tanımlamışlar ve bazı yaşayışlar bile sanatsal kabul edilmiştir. Sanatçının gördüğü şeyi ifade biçimidir denilebilir sanat için. Fakat bu görünen şey daha çok soyut bir anlam taşır. Sanatçının hayali, düşleri, düşünceleri, toplumu algılama biçimi, değerleri ve en çokta duygularıdır. Oluşturduğu esere sevincini, kederini, korkularını, aşkını, kaygılarını ve daha birçok duygusunu katar. Tarih boyunca toplumda binlerce sanatçı eser vermiş hepsi bulunduğu toplumu temsil etmiştir. Bu yüzden sanat estetik anlayışının yanı sıra, toplumları temsilen de kullanılan bir etkinliktir. Kültürün ayrıştırılamaz bir parçası ve insanoğlunun zekâ ve hayal gücünün doğaya yansıtılmasıdır.  Hangi toplumda yapılmış olursa olsun tüm dünya insanlarının ortak malıdır aslında tüm sanat eserleri. Zaten sanat kavramını önemli kılan faktörlerden öne çıkanlardan biridir evrensel olması. Tüm insanlar ondan kendileri adına bir anlam çıkarmakta özgürdürler. Sanat birçok alanda yapılan bir etkinliktir. Edebiyat, müzik, resim, heykel tıraş, dans, tiyatro, sinema gibi birçok sanat türü vardır.  Bütün bunlar tarihi yansıttığı gibi bulunduğu döneminde anlaşılması için anı niteliği taşır.

"Sanat, doğayla insanın toplamıdır." - Francis Bacon
“Sanat, doğayla insanın toplamıdır.” – Francis Bacon

“Sanatsız kalan bir toplumun, hayat damarlarından biri kopmuş demektir”  Mustafa Kemal ATATÜRK

“Sanat, doğayla insanın toplamıdır.” – Francis Bacon

Gecenin karanlığı siyah bir örtü gibi çoktan örtünmüştü gökyüzüne. Oturduğu odada düşüncelere daldı genç adam. Işıksız odada eşyaların gölgeleri en uç ressamların onları düşünerek çizdiği kara kalem resimler gibi olduğundan çok farklı uzayıp gidiyordu. Ay ışığıydı bu gölgelere hayat veren. Pencereden içeriye izinsizce giriyor, sanki çok kalmayıp gidecek gibi de telaşlı duruyordu. Bu odadaki her şey sanki bazen tanımadığı bir evdeki eşyalar oluveriyordu. Eskilikleri ve yaşanmışlıkları vardı. Hem sadece onun yaşadıkları değil başkalarının yaşadıkları anılarda vardı bazı eşyalarda. Gitarı mesela. Kurumuş ağacıyla yıllardır tellerinden çıkan her ses insanın kucağına eski bir gülüşü ya da hüznü getiriyor bırakıp gidiyordu. Sonrasında insan o duyguyla ne yaparsa yapsındı. Bundan sonrası onun kaderiydi. Şimdi karanlıktı o. Uzun zamandır bakılmamış küçük televizyonun yanında kılıfında duruyor olmayan telleri ve burgularıyla tamir edileceği günü bekliyordu. Köşede oturduğu yatağından kalkıp balkonuna doğru ilerledi genç adam. Kapıyı açtı. Henüz bahar ayında olmanın verdiği bir rahatlık ve tatlılık vardı havada. Birkaç adım attığında artık göğün yıldız sosuna batırılmışlığını seyredebiliyordu. Kapının hemen yanına ilişti. Dizlerini yan yana kavuşturdu ve kollarının arasına alıp düşünmeye devam etti. Aklından düşünceler okyanustaki balıklar gibi çeşitli büyüklü küçüklü geçip gidiyordu. Kıvrımları vardı hepsinin de. Hepsi sonu belli olmayan bir bilinmezlikte kilitleniyor ve sil baştan başlıyor gibiydi. İlk elle tutulur düşüncesi kırmızı bir kâğıt kayık oldu. Küçük bir çocuğun biraz oynayıp elinden düşürdüğü bir kayıkta olabilirdi bu, hiçbir çocuğun varlığından bile haberdar olmadığı bir kayıkta. Onun kırmızılığında biraz üşümüş biraz mutlu, yüzdürmek istiyordu tüm hayatını. Nede olsa kırmızıydı. Bütün duygularını sığdırabilirdi bu kayığa ve hiçbir zaman batma ihtimalini göze almazdı. Geçmişte yaşadığı aşklarını, sevinçlerini, utançlarını ve korkularını tek başına hayatın derin ve bir o kadarda anlaşılmaz tutkularla dolu denizinde yüzdürebilirdi bu kayık. Nedense onu sanki daha öncede düşünmüş gibi geldi genç adama.  Ama kırmızı değildi o zamanlar. Bembeyazdı. Henüz her renge boyanmaya hazır olduğu zamanlardı. Bir kuşun havalandığında vurulmasını, bastonu eskimiş bir dedenin beyaz yüzlü içten gülüşünü ya da görüşemedikleri o uzun zamanlarda yastıklarını gözyaşlarıyla ıslatan iki sevgilinin buluştuklarındaki birbirlerine sarılışını ve daha binlercesini kayığa yüklemeden çok önceydi bu beyazlık. O zamanlar her şey hiç yazılmamış bir defter kadar temizdi. Bu genç adamın doğumuna yakın olan bir şeydi. Ve sonrasında genç adam hayatına başladı. İşte o anda çocukluğunun oyuncağı o kâğıt kayık küçüklü büyüklü yüklerle dolmaya başladı. Doldukça değişti rengi, hemen hemen her renk oldu. Ama en son kırmızıda karar kıldı. Çünkü kırmızı içinde bütün duyguları barındıran tek renkti…(YAŞANMIŞ DUYGULARIN YOLU)

 

2.perde

Aşkı eritiyorum gözlerinde

Sarhoş olmak sanki seni sevmeye özgü

Son kalkan vapurlara biniyorum başka şehirlerden

Hiçbir liman gidermiyor varmak özlemimi

Ben buradayım işte olduğum yerde

Sana ait değilken duyduğum hiçbir ses

Okunmamış bir şiiri yırtarken şair

Ölü doğduğunda bir bebek

Sen yine de rüzgâra karışıyorsun

Dumanı oluyorsun ciğeri beş para etmez adamların

İçtiği sigaraların

Acımıyorsun halime

İzin istiyorum diz çöküp geceden

Ama razı gelmiyorsun intihar etmeme

 

Sen işte sen

Anılara lanet ettiren

Bunca insan yoldan gelip geçerken

Olmadığını olmayacağını bile bile

Bakışlarımı o hayaletlerin yüzüne çevirten

Bütün bir şehri tepeden izlerken

Cesetlere ait ışıklardan umut bekleten

Bir hayat yaşamak isterken bir insan

O hayata adını koyupta yok eden

Yakıp küllerini saçıp denize

Bir ömür boyunca hırsla

O denizde boğulmadan

Seni birleştirmemi bekleyen

Da Vinci’nin Mona Lisa’sına nasıl sıradan bir tablo olarak bakabilir miyiz ki?
Da Vinci’nin Mona Lisa’sına nasıl sıradan bir tablo olarak bakabilir miyiz ki?

Çabucak karaladı elindeki deftere genç adam dizelerini. Gecenin karanlığına dalıp giderken gözleri kül rengi oldu diğer her şey gibi. İçinden delice şeyler yapmak geçiyordu. Mesela atlamalıydı balkonundan. Süzülüp betondan akmalıydı kanalizasyona, su gibi damla damla. Uzanmalıydı denize kadar. Birleşmeliydi mavi sularla. Sabaha karşı yoksul bir balıkçının ağına takılmalı, yerinde duramayıp küçük kayıktan zıplamalıydı yine denize atmalıydı kendini. Belki küçük anlamsız bir balık olurdu. Ama biliyordu o her şeyin bir anlamı olduğunu. Anlamsızlığın bile…

Peki, sonra ne olacak diye düşündü genç adam. Denizdekiler bilecekler miydi onun derdinin ne olduğunu? Neden yanlarında olduğunu. Binlerce insan her gün yoldan gelip geçerken biliyorlar mıydı birbirlerinin ne hissettiklerini? Ya da sormaya cesaretleri var mıydı?  Soramayacak kadar onları meşgul eden şey neydi? Duygusuzlukları mı? Yoksa tam aksine duygusallıkları mı? Bütün bunlar dedi genç adam kendi kendine. Bütün bunlar insanlara özgü. O insan olmakla sınırlı kalmak istemiyordu oysaki. Onun içinde milyonlarca hayal vardı. O kadar çok şey olmak istiyordu ki o. Bazen kumsalda gelgitlere yakın bir kum tanesi olmak istiyordu mesela. Denizin serinliğini hissetmek, gündüz çocukların kumdan kalesi olmak, gece âşıklarla birlikte mehtabı seyretmek. Ve herkes gittiğinde bütün tutkulu gençler adına kumsalda sabahlamak istiyordu. Öyle ya daha bir sürü şey. Bir damla gözyaşı olmaya da hayır demezdi doğrusu. Sarışın bir kızın mavi gözlerinden akmış ya da esmer bir kızın deniz yeşili gözlerinden. Fark etmezdi onun için. O kadar özel hissedecekti ki kendini. Mutsuzluğun mutluluğu olacaktı belki de bu. Kuş olup insanlara gülmek, çiçek olup hoş görmek, şarkı olup dilden dile söylenmek, resim olup düşündürmek, şarap olup içilmek, baston olup yollara düşmek, simit olup martılara gitmek, rüzgâr olup izinsiz gezmek, bilgi olup dolaşmak, bilge olup koşuşmak, âşık olup kavuşmak, insan olup yaşamak ve her şeyden öte özgür olup özgür olmak istiyordu genç adam. (HAYAL GÜCÜNÜN ÖZGÜRLÜĞÜ)

 

3.perde

Selamlar!

Anlaşılmayan herkese selam olsun…

Benim asil dostlarım… Kardeşlerim, Sessiz çığlık atanlar… Gözyaşı dökmeden ağlayanlar…

Hepinize selam kardeşlerim… Dostlarım!

 

Çok sevdiniz biliyorum… Hala aklınızda değil mi o?

Size boş verin demiyorum… Yaşayın hayatı onunla…

Açın şarkınızı inadına… Hüzünlü anlarınızın nedeni olsun…

O yaşadıkça yaşayın sizde onu… Kasmayın onu düşünün zamanı geldiğinde…

Ama başkalarıyla da gülümseyebileceğinizi unutmayın…

Gülümseyene ihanettir somurtmak bu hayatta!

Gülümseyin!

Sizde gülümseyin yaşayın hayatınızı dostlarım…

Öyle ya çok mu zamanımız var?

Hangimiz dün ne yaptığını biliyor… Oysaki daha dündü öyle değil mi?

Ama geçip gitti işte… Yaşamadıktan sonra ne anlamı kaldı dostlar?

Kardeşlerim hanginiz çektirdi hüzünlü anında fotoğraf?

Yok, öyle değil mi? O zaman fotoğraf çekinecek haller yaratın kendinize gülün eğlenin…

Yıllar nasıl akıp gidiyor hiç birimiz yetişemiyoruz hızına.

Saçlarınız beyazladığında anlamını bulmuş olmalısınız bu güzel hayatın!

Anlaşılmayan dostlarım… Kardeşlerim sizler bu dünyanın en harika insanlarısınız…

İnadına gülümseyin…

Ama asla ve asla es geçmeyin hayatı…

Hepimiz zaten ölmeyecek miyiz?

Eee boş boş durmak niye dostlar…

Kalkın ayağa herkes uyurken bir yürüyüş yapın…

Yarım saatliğine yaşadığınız yerin nöbetçisi olun, sabah güneşinde!

Açın dünyada milyonlarca kitap var…

Okuyun bakalım ne yazıyor o sayfalarda?

Yeni bir müzik dinleyin dostlar…

Belki sözleri olmasa da melodisi hoşunuza gider?

Merak edin… Araştırın dostlar!

Öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki kardeşlerim…

İnanın bana ömrümüz yetmez…

Şaşıracağız…

Gülümseyişiyle sizi de gülümsetecek o kadar çok bebek var ki bu dünyada!

 

Gidip görmeliyiz onları ömrümüz tükenmeden önce, çabuk!

Tanımadığınız bir insanla ekmeğinizi paylaşın dostlar…

Bir parça ekmekle mutlu olan insanları görün…

Göründe selam verin onların bu mutluluğuna!

 

Hayat kısa!

Benim yazılarımda öyle!

Kısacası kardeşlerim…

İfade edin kendinizi…

Anlaşılmadıkça daha çok daha çok mücadele edin.

En azından “ben kendimi ifade etmeye çabaladım” diyebilin…

“Ne mutlu kendimi tam anlamıyla ifade ettim” diyebilene!

Sizler bu dünyanın umutlarının saklandığı yersiniz…

Sınırlarınızı zorlayın kardeşlerim…

Anlatın… Korkmadan… Çekinmeden… Göze alın…

Ölüp gideceksek eğer hiç kimse rezil olmaz…

Hiç kimse inanarak yaptığı bir şeyden utanmaz…

Ve hiç kimse kendi düşüncesinden korkmaz…

Duygularınızdan çekinmeyin… Sizi siz yapan onlar değil mi?

Anlaşılmak için ne bekliyorsunuz?

Bunu onlar değil siz yapacaksınız…

(FARKINDA OLMANIN GÜVENİ)

Shakespeare’in Rome ve Jüliyet’i hiç sıradan bir eser olabilir mi?
Shakespeare’in Rome ve Jüliyet’i hiç sıradan bir eser olabilir mi?
  1. Perde

Sanatçı nasıl olunur sorusuna şahsi bir cevabım yok. Aslında düşününce insan sanatın daha tam olarak tanımını bulamayınca sanatçının tanımını yapmak ve olmak yolunda ilerlenecek adımları bilmekte çok zor. Anlamlılığında kaybolunan büyük bir deniz hatta okyanus bu. Zaten şöyle bir düşününce hemen fark ederiz aslında gerçek yaşamda neye sanat dediğimizi ve kimlere sanatçı olarak baktığımızı. Adını koyamadığımız hisleri, gizemleri, tutkuları yaşatır ve yansıtır bazı şeyler. Ama tam olarak yine de isim veremeyiz onlara. İşte onlardır sanat. Da Vinci’nin Mona Lisa’sına nasıl sıradan bir tablo olarak bakabilir miyiz ki? Ya da ona “resim” demek tatmin eder mi bizi? Peki, bizi tatmin etse de Mona Lisa’yı “resim” kelimesi tam olarak anlatır mı? Tabi ki hayır. Peki ya Shakespeare’in Rome ve Jüliyet’ine ne demeli. Hangimiz ciddi anlamda okuduktan sonra hayran olmayız ki. Bizi dünyamızın bayağılığından bir parçada olsa koparıp duyguların hala yaşanılabilir olduğu bir yerlere götüren o büyülü hikâye sanat değil de nedir?

Peki, bunları yaratan insanlar nasıl bu noktaya gelir. Açıkçası ben bunun öğrenimle olacağına inanmıyorum. Elbette ki eğitim ve öğrenim insana birçok şeyi katar. Hatta kişinin yaşam kalitesi bununla sınırlıdır. Ama yetenekler ancak ve ancak onların peşinden gidildiği sürece gelişir ve hayatta kalır. Sanatçının sanat işlevi yeteneğidir. Bu yeteneğin eğitimle ve öğrenimle gelişimi bir noktaya kadar gelir ve kalır. Onun asıl gelişimi aslında eğitim ve öğrenim işin içinden çıktıktan sonra toplumla sanat adamının baş başa kalmasıyla başlar. Okuma yazma bilmeyen çok yetenekli bir kişinin elbette ki önce eğitim alması gerekir. Ama bu kişinin bir şaheser yaratması içinde içinde yaşadığı hayatı tecrübe etmesi mutlaktır. İşte bu tecrübe etmesi denilen kavram kişinin derinliğiyle alakalı bir kavramdır. Kişi öncelikle hayatı nasıl algıladığının farkına varmalıdır mesela. Kendi içinde kendi kendini sorgulamalı ve söyleyecek bir şeyleri var mı düşünmelidir. Olaylara bakış açısı nedir, nasıl değerlendiriyor? Daha da önemlisi yaşanan olaylar ona ne hissettiriyor. Bütün bunlarla başlar ilk adımlar. Sonrasında kendini dinler sanat insanı. Söylemek istediği şeyin ne olduğunu fark etmeye başlar. Bunun önemini kavrar ve kendi kendine bunu kabullendirir. Bu paylaşılmaya değer ve insanların yararına olacak bir oluşumdur. Çünkü içinde her şeyden öte bir düşünce yada bir duygu vardır. İşte o anda anlarız ki sanatçı duygusal bir insandır. Çünkü gündelik yaşamda her insan duygularını kayda alıp, bir esere nakledip paylaşma isteği duymaz. Bu yeteneksizlikten değil gereksizliktendir. Burada sanatçının bir özelliği daha ortaya çıkar. Sanat insanı yaptığı eserin beğenilip beğenilmeyeceğini, gerekli olup olmadığını düşünmez. Böyle bir şey onun için zaten söz konusu bile olamaz. Onu yaparken duyduğu hazdır ona onu yaptıran. Sonrasında alacağı tepkinin bir anlamı yoktur. Ve kendini eseriyle ilgilenirken özgür kılar. Ortaya koymak istediği kavram bazen yıkıcı, şaşırtıcı, tutkulu, âşık ya da hüzünlü bir şekilde belirir. Bir oyun, şiir, kitap ya da film olabilir bu.  Ortaya çıktığında insanlara bir şeyler hissettirecek ya da insanları düşünmeye sevk edecek bir eserdir. Bu konudaki becerisi tamamen sanatçının becerisiyle eş değerdir. Yani bir eser ne kadar alanında başarılı olursa sanatçısı da o kadar yetenekli demektir. Onun yeteneği de toplumunun içinde bulunup onların göremediklerini gözlemleyip sunmasından oluştuğundan bu bir kısır döngüdür. Böylece sanatçıyla toplumu birbirinden ayıramayız. Ve ortaya birde şu özellik çıkar ki, sanatçı toplumla sürekli iç içe olacağından toplumda kabul görmüş bir kişi olmalıdır. Buda sanatçının ahlak sahibi, sevgi dolu, hoş görülü, nezaketli ve erdemli olması gibi toplumun genel geçer ahlak kurallarına uyması gerektiği düşüncesidir. Böylelikle sanatçı gerek yaptığı sanatla gerekse karakteriyle ve duruşuyla örnek bir kişi olmalıdır. Öyle olmalıdır ki sanat eserinin içeriğini yansıtsın…

Her ne anlamda olursa olsun sanat, insana güzel gelen ve ortaya çıktığında gözlemleyenlerde duygu uyandıran bir oluşumdur. Beğeni, takdir ve sevgi kazanmalıdır. Çünkü bunların ardında bir anlam taşımaktadır. Anlamı sanatçı yükler. Çünkü onun (yaşanmış duyguların yolundan geçmişliği, hayal gücünün özgürlüğü ve farkında olmanın güveni) ruhu vardır. Ve çoğu zaman sanatçı olmak için açık açık yazmak değil de parantez içinde dünyalar kurmak gerekir.

2 YORUMLAR

  1. Sanatçının karakterinin iyi olması ve örnek olması düşüncesine hiç katılmıyorum. Sanatçı sadece kendindekini ortaya koyar. Sanatçı insana ait olanı kendi duygu, algı ve düsünceleriyle yansıtir. Kötü duygular ve kötülükleri yansıtmak da dahil.

  2. Sanatçı nedir kısaca tanımlamak aslında pek olası değildir. Bu anlamda kapsamlı bir makale olmuş; ancak sanatın ve sanatçının tanımlanması çok ama çok uzun uzadıya ele alınması gereken bir konudur diye düşünüyorum. Yazınız çok güzel bir başlangıç olmuş.

    Zeynep Hanım’ın da görüşü önemli. Zaten keskin bir şekilde sanatçı şöyle olur veya olmalıdır demek doğru değil; ama tarihsel bir analiz yapıldığında sanatçını ne olduğu az çok ortaya çıkar. O yüzden görüşlerle değil olgularla hareket etmek lazım.

    Saygılarımla.