Saat epeyce geç olmuştu. “Artık yavaş yavaş siktir olup gideyim” diye geçirdi aklından. Masadan destek alarak ayağa kalkmaya çalıştı. O anda eski günleri geldi aklına. Bu kadar çok içtiği zamanlar mutlaka koluna girip yardım eden bir arkadaşı olurdu yanında. Çok uzun zaman önce unuttuğu garip hisler sardı bir anda içini. Eli masanın köşesinde, kıçı sandalyeden yukarda öylece durdu ve etrafına baktı bir süre. “Oysa şimdi, şu anda, hiç kimse yok” dedi sessizce. Ne zaman gitmişlerdi ki? Neden onu burada bırakmışlardı? Gözleri dolmuş, dudakları ve masaya dayadığı eli titremeye başlamıştı. Titreyen kolu daha fazla dayanamadı, olduğu yere düştü. Hala ayık kalan 2 garson yardım etmek için eğildi, ama Nevzat ağzına gelen en yaratıcı küfürlerle kendisine yaklaşan garsona beceriksizce saldırdı. Yardım edemeyeceklerini anlayan garsonlar Nevzat’ı etkisiz hale getirip, dışarı atmak için üzerine çullandılar. Nevzat, garsonların üzerine çullanmasıyla kendini yere atıp bağırmaya ve slogan atmaya başladı. “Bırakın lan faşist köpekler! İiinsanlııııkoonuuruuuişkeenceeyyiiiyeeneeceek!!!  Neye uğradıklarını şaşıran garsonlar daha fazla dayanamayıp Nevzat’ı kucakladıkları gibi kaldırıma fırlattılar. Nevzat bir süre daha yerde bağırmaya devam etti. Bir an sustu, bacaklarını karnında topladı ve midesinde ne varsa bir anda dışarı attı. Tüm vücudu titremeye başladı, bir yandan üşüyor diğer yandan da kocaman bir ateşin içine atılmışçasına yanıyordu.
Annesi koltuk altına koyduğu termometreyi kontrol ederken bir eliyle de Nevzat’ın saçlarını okşuyor. Sonra çorba getirmek için mutfağa gidiyor. Nevzat annesini beklerken bir anda odaya kar maskeli polisler dalıyor. Ellerindeki silahlarla vurmaya başlıyorlar ve zorla götürmeye çalışıyorlar. Nevzat, annesine bağırdıkça sesi kendi içinde yankılanıyor ama dışarı çıkamıyor. Karanlık, izbe bir bodrum katında buluyor kendini. Etrafına toplanan ve hiç durmadan kahkaha atan adamlardan biri, elindeki itfaiye hortumunu açıyor ve Nevzat’ın çıplak vücuduna buz gibi su tazyik ediyor.
Nevzat yattığı kaldırımın üzerinde ağzını kocaman açarak bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı. “Anne… Anneeee… Nerdesin? Çok soğuk. Üşüyorum anne. Niye üstümü örtmüyosun annee…”

Nevzat o gecenin sabahında aylardır uyuyormuşçasına uyandı. Uzun zamandır böylesi güzel ve rahat uyumadığını düşündü. Hemen kalkmak istemedi. Biraz daha sarılmak istedi, dizlerinde uyuduğu kadına. Ama rahatsız etmekten de çekindiği için usulca kalktı. Biraz da izledikten sonra keyifle esnedi. Sidik torbasını boşaltmak için tuvalete gitti. Ellerini bol köpükle yıkadıktan sonra mutfağa yöneldi. Çay suyu koydu. Dolaptan kahvaltılık bir şeyler çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Biraz otlu peynir, kurumuş ekmek, geceden demli Keban barajına bağlı ketılda ısıtılmış illegal çay ve tabi ki BİM’den kamulaştırılmış zeytinin son taneleri. Durup şöyle bir baktı kahvaltıya.  Sofradaki tek yasal ürün ekmekti. “O da bayat” dedi düşünceli.  Yo annesine yakışır bir kahvaltı değildi bu. Hemen üzerine paltosunu geçirip markete koştu. Market arabasını olabildiğince hızlı doldurdu. Sucuk, yumurta, “peynirin en iyisi, en tazesi” dedi. Sonra “Ne demek aslan sütü yok” diye çıkıştı reyon personeline. Aslan sütünü alamamış olmanın stresiyle eve döndü. İçeriye seslendi. “Günaydın anne!” Elindeki poşetleri masaya bıraktı. Ve yirmi dakika sonra masada muhteşem bir kahvaltı hazırdı. Salona döndü, “annecim kahvaltı hazır” dedi ve bir an durup düşündü. “Tabi ya, haklısın. Hemen geliyorum” dedi. Mutfağa döndü. Kahvaltıyı büyük bir tepsinin içine koyup salona getirdi.
Haberleri arkası dönük kulak veren Nevzat sinirle kapattı televizyonu.

Arkasında açık kalan televizyonun sesi geliyordu. “Ah şu gündüz kuşağı programları” dedi sitemle. “kapatayım istersen, ben de izlediğimden değil valla. Sen geldin ya artık açmam. Ama sen izlemek istersen açarım. Neyse seversin sen, açık kalsın, ama sesini kısayım biraz” dedi. Televizyonun sesini kısarken gülmüştü.

Derken kapı zili çaldı. “Kim bu densiz” merakıyla kapıya yöneldi. Gelen okuldan arkadaşı Ahbap’tı. Ahbap zayıf ve çelimsiz vücudunun üzerinde emanet duran kafasını öne eğmiş ve her an yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan gözlerini Nevzatın yüzüne dikmişti. Merak ve sitem karşımı bir ses tonuyla, “Nerdesin abi sen ya! Öldük meraktan. Çekil kenara”! Dedi. Nevzatı kenara iterek içeri girerdi. Nevzat ise şaşkın ve boş bakışlarıyla arkadaşını izledi. Bir yandan da “bu çocuk nasıl yaşıyor” diye düşünmekten kendini alamadı. Arkadaşını ne zaman görse bu soru geliyordu aklına.  Bir de Ahbap’ın bıyıklarına şaşırıyordu Nevzat. Küçücük suratının ortasında, dudağının üzerinden fırlamışçasına dökülen ve oldukça bakımlı bir kıl topluluğu. “Kaç günde uzuyor acaba” diye düşündü. Hemen sonra arkadaşının sitemli sorularına cevap verdi;

  • Günlerdir mi!
  • Kafamı buluyorsun lan birde. Hıyar.
  • Neyin var senin, gözlerinin altı mosmor, rengin bembeyaz? Hasta mısın? Niye haber vermiyorsun? İnsan bir haber vermez mi ya? Bu ne sorumsuzluk? Açmasaydın kapıyı polise gidecektim buradan. Merak ettik, bu çocuk nerde kaç gündür diye!

Ahbap, ardı ardına ve aslında cevap beklemediği soruları sorduktan sonra, Nevzatın iyi olduğunu gördüğü için biraz olsun sakinleşmişti. Kapıdan salona doğru uzanan 2 metrelik holü yürürken artık sakinleşen, hatta esprili bir havaya bile bürünen ses tonuyla, “Kanka haberin var mı la, Yüksel deki Oturan Kadın vardı ya, çalın…”

Solona giren arkadaşı gördüğü manzara karşısında cümlesini bile tamamlayamadan büyük bir şaşkınlıkla dona kaldı. Salonun tam ortasında, kanepede oturan bir kadın heykeli vardı. Dehşet içinde ve soran gözlerle Nevzata baktı. Gözlerinde korku ve merak vardı. Nevzat heyecanla, “Ah, özür dilerim. Tanıştırmayı unuttum. Annem” dedi kanepenin üzerinde oturan, sırtında bir battaniye önünde bir kahvaltı masası duran kadın heykelini göstererek. Sonra arkadaşını annesine tanıştırmak için Ahbap’ı işaret ederek, “Annecim bu Ahbap. Okuldan arkadaşım. Psikoloji son sınıf öğrencisi. Kendisi de benim gibi okula afla geri dönüş yapmış. Biz de okulda tanıştık.” dedi. Tekrar arkadaşına dönerek, “dostum otursana, çay koyayım sana da, rahatına bak olur mu?” dedi. Ahbap korkudan bembeyaz olmuş suratına;

  • Nevzat sen iyi misin kardeşim, he? Bu heykelin burada ne işi var?

Nevzat sinirli ama sinirlerine hakim olmaya çalışan bir edayla;

  • Annem den mi bahsediyorsun?

Arkadaşı titreyen sesiyle;

  • Nevzat annen öldü senin.

Nevzat sert bir ifadeyle;

  • Terbiyesizleşme Ahbap. Kadının yanında ne biçim konuşuyorsun. Saygısızlık yapmanın alemi yok. Bu şekilde konuşamazsın!

Ahbap heykeli işaret ederek;

  • Nevzat bu bir heykel, annen değil. Bu dün gece yüksel caddesinden çalınan heykel. Onu sen çalmışsın Nevzat!

Nevzat öfkeyle arkadaşının üzerine yürüyerek;

  • Yeter! Bu şekilde konuşmana izin veremem. Haddi bil!

Nevzat’ın, üzerine geldiğini gören Ahbap eline geçirdiği vazoyla kendisini savunmaya çalışırken bir yandan da yalvaran bir sesle Nevzat’a durmasını söyledi;

  • Nevzat kendine gel ne olur. Ben arkadaşınım senin. Tamam. Sakin ol ne olur.

Nevzat öfke krizine girmişti. Ahbap’ın yakasından tutup sırtını sertçe duvara vurdu ve sıkıştırdı.

  • Arkadaş mı! Sen mi! Bana arkadaşlığın tanımını yapsana. Senin lügatında arkadaşlığın tanımı ne! Ha! Karşılıklı çıkarların giderildiği toplumsal rol mü? Topluma, ‘ben bir arkadaşım’ diyebildiğin için mi, ha! Bunun için mi senin arkadaşınım! Yoksa kendini mutlu etmek için samimiyetimi kullanmana izin verdiğim için mi? Yoksa sana her şeyi çok daha iyi yapabildiğin biri olduğunu, hissettirdiğim için mi? Senin gevezeliklerini dinleyip egonu tatmin etmene izin verdiğim için mi! Söylesene pezevenk! Anneme taş diyebilme cüretini sana şu çıkarcı arkadaşlığın mı veriyor ha!

Nevzat, Ahbap’ın gırtlağına sarılıp tüm gücüyle sıkmaya başladı. Ahbap elindeki vazoyla Nevzat’ın kafasına vurdu, ama Nevzat Ahbap’tan çok daha kuvvetli olduğu için, alnında küçük bir yara açmaktan başka bir zarar veremedi. Ahbap bir süre sonra direncini yitirdi. Gırtlağına sarıldığı arkadaşının nefes almadığını fark eden Nevzat ellerini Gevşetti ve Ahbap hareketsizce yere yığıldı. Nevzat ise hemen yanındaki sandalyeye yığılırcasına oturdu ve bir sigara yaktı. Bir kaç dakika sonra kapı zili çaldı. Panikle arkadaşının cansız bedenini, heykelin oturduğu kanepenin arkasına sakladı. Sakin olmak için kendini telkin etti ve kapıya yöneldi. Yarı sitemli söylenerek kapı deliğinden baktığında ağzındaki sigarayı düşürecek kadar dehşete kapıldı.

Kapıda zile basan Ahbap’tı. Panikle solona koşup kanepenin arkasını kontrol etti, ama kanepenin arkası boştu. Salona gelişi güzel baktı, ama salonda kanepede oturan heykelden başka kimse yoktu. Bir an olduğu yerde kalakaldı. Elleri titremeye, alın damarları kabarmaya başladı. Kapıda ki, zile ısrarla basmaya devam ediyordu. Kendisini kontrol etmeye çalıştı. Salonun ortasındaki heykele baktı. Biraz olsun sakinleşince gidip kapıyı açtı.
Evet, gelen, sıska vücudunun üzerinde, yarısı bıyık olan bir surat taşıyan Ahbap’tan başkası değildi.

Ahbap, Nevzatı kapıda görür görmez kriz geçirdiğini fark etti;
– Nevzat, abi iyi misin!

Nevzat, titreyen elleri ve kıpkırmızı olmuş alın damarlarıyla bir şeyler anlatmaya çalıştıysa da başaramadı.  Ahbap, Nevzata sarılarak içeri girdi;

  • Tamam dostum, tamam sakin ol. İlaçlarını almadın, değil mi yine? Neyse tamam, geç içeri, geç otur önce bir.

Ahbap, kolunda Nevzat la salona girince gördüğü manzara karşısında neye uğradığını şaşırdı. Kanepenin üzerinde, sırtında battaniye, önünde kahvaltı sofrası olan yaşlı bir kadın heykeli vardı. İç tarafta ise çalışma masasının üzerinde ve etrafında, ortalığa saçılmış bir kağıt yığını vardı. Gördükleri karşısında şaşkına dönen Ahbap, merak, şaşkınlık, acıma ve hatta suçluluk hislerinin tamamını yansıtan bir ses tonuyla “Nevzat, sen?” diyebildi sadece Nevzat’a daha sıkı sarılırken.

Hemen onu odasına götürdü. Yatağına uzattı. İlaçlarını bulmak için, panik yapmayan profesyonel bir aceleyle çekmecelerini karıştırdı. Çok geçmeden ilaçları buldu. Su almak için mutfağa koştu. Salonun kapısında durdu ve kanepede oturan heykele baktı. Öylece duruyordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu. İlacını içen Nevzat sakinleşmişti. Derin bir uykuya daldı.  Nevzat uykuya dalınca Ahbap, salona döndü. Televizyonda akşam haberleri başlamıştı, belli belirsiz duyulan ses; “Ankara Kızılay’da bulunan ünlü Oturan Kadın Heykeli çalındı. Bu sabah işyerlerini açan bölge esnafı, Oturan Kadın Heykelinin yerinde olmadığını görünce polise haber verdi. Olaya bir anlam veremeyen vatandaşlar, hırsızın derhal yakalanmasını istedi” diyordu. Ahbap, haberi izledikten sonra televizyonu kapattı. Ve bir süre heykele baktı. Gözlerine, yaşlılığını yansıtan yüz çizgilerine baktı. Sonra Yerde duran kağıtları karıştırdı. Daktilodaki kağıdı çıkardı. Okumaya başladı. Şöyle yazıyordu kağıtta;

“Önce ki gece, bardan karga tulumba dışarı atılan Nevzat, yattığı yerden yağmurun şiddetiyle uyandı. Ama hala kendine gelememişti. Hala ağlıyor, yürümekte zorlanıyordu. Sokakta ondan başka kimsecikler yoktu. Biraz daha yürüdükten sonra yolun kenarında, bankta oturan kadını gördü. Gitti yanına oturdu. “Küçüktüm, ilkokula gidiyordum hani. 23 Nisan’dı. Beni de koraya almışlardı. Sesim güzeldi o zamanlar. Hoş bana sorsan hala da güzel ya neyse. Tek tip elbise giymemizi istemişlerdi. Çok pahalı değildi elbise, ama bizim paramız yoktu. Biliyordum. Olmasa da olurdu, ama sen gidip almıştın o elbiseyi bana. Sonra okul bahçesinde gördüm seni, herkesin annesi süslenmiş, yeni ve güzel elbiseler giymişti, ama senin üzerinde ki elbiseler aynıydı. İşte o zaman senin üzerinde başka bir elbise hatırlamadığımı fark ettim. Sen o gün bana sarıldığında, ben büyüdüğümü hissettim, biliyor musun? Neden diye sordum, o gün kendime.” Gözlerini ve burnunu silmeye çalıştı. Ağlıyordu. Sonra birden sarıldı heykele. “Ben kötü bir şey yapmadım” dedi ağlayarak. “Sen gündeliğe gitme istedim. Bütün anneler güzel elbiseler giyebilsin istedim.”

Neden sonra heykele sarılıp ağladı bir süre. Sonra, “demek onca zaman buradaydın. Burada, öylece oturup beni bekledin ha. Ama bitti işte bak. Hadi evimize gidelim” dedi. Ve heykeli yerinden sökerek kucakladı. Evine götürdü. Kanepenin üzerine oturttu. “Islandık” dedi gülerek. Gidip havlu getirdi. Önce heykeli kuruladı, sonra aynı havluyla kendi kurulandı. Bir battaniye aldı, önce heykele sardı battaniyeyi, sonra kendisi sarıldı heykele. Nevzat başını heykelin dizlerine koyar koymaz uyudu. Ve uykuya daldığında yüzündeki tebessüm bozulmadı.”

Saat “epey geç olmuş dedi” Nevzat, klavyesinin başında esnerken. “Bir günü daha sona kavuşturduk. Ya da geceyi sabaha bilemiyorum. Ama bir şeylerin sona erdiği kesin”. Sandalyesine yaslanıp bir süre hiçbir şey düşünmeden boşluğu baktı. Sonra yorgun ve uykulu elleriyle gözlerini ovuştururken “gidip yatsam iyi olacak” dedi.

Nevzat öyküsünün ilk bölümünü buradan okuyabilirsiniz.

PAYLAŞ
Önceki İçerikNevzat
Sonraki İçerikReşat Ekrem Koçu
Şahin İmğa
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Bazı ulusal ve yerel gazetelerde habercilik yaptı. Şu anda çeşitli dergilerde öykü yazıları çıkıyor.

1 YORUM

  1. Nevzat 3. Bekliyoruz..! ‘ Sonunca ağır ve uzun yalnızlık ve Nietzsche okumalarıyla, yüksek gerçekleri fark etmiş ama bunun topluma hatta bütün çağa, doğaya bir baş kaldırış olmanın yanında ‘gerçekleri fark etmenin ve gerçeklerin olduğu yalnızlıkta olmanın ‘ getirisi ve buna bir de aslında yazıları yayınlanmayan bir yazar olmanın ruhsal sorunları sonucu ‘ kişilik bölünmesi daha da artan şizofreni’ hastalığına tam kurban olmadan, yaşadıklarının değil, yazdıklarının etkisinde kendini görmesi ile ve olmadığı halde hasta ve sağlıksız sadece yazımlarının etkisinde yazdıklarına uyumlu hala gelecek büründüğü yaşamsal rollere kendini inandırması ile oluşan bir ‘ Yalnız yazarlığın üstesinden gelebilecek ruhsal durumu olur’ da mutlu bir finalle biter, ‘ nevzat’ı kliniğe yatırmayın siz.! Kendini toparlamış olsun.! ‘..