Kömür Kokusunda

2
125
Kömür Kokusunda
Kömür Kokusunda

Kışın buzlu bir gecesinde sedire uzanmış yatıyordum. Evde saatim olmaz benim, yaşadığım yerde herkes aynıdır; şayet kapımın önündeki süpürgeyi duyuyorsam yüzü bir tabağın sırtı gibi şişkin, nasıl yaşayabildiğini bilmediğim çelimsiz, kum ve kül bıyıklı kedi gelmiş, sokak sustuysa da yarına çalışarak başlayacaklar uyuyordur. O vakit ben de uyurum. Çok fazla eşyam da yoktur. Zaten zamanın görmediği yerde ne tutabilirsiniz ki, o her şeyi aynı tutmaz mı?

Şehrin dört bir yanını sokağında görünce alışıyorsunuz; liman suyla gömülse, rayları buhar kömüründe ardınca silinse, bir tipiyle buzlar esaret duvarları örse, şehir yine de çayını demliyor oluyor.

Affedin, sessizliğimde bir kusur mu görüyorsunuz? İnanın bana ne kadar çok görüyorsanız o kadar anlamını yitiriyor. Ellerimin yüzünde binlerce ip, taş oymacısının madeni gibi etlerinden sıyrılıyor, son günden bir ilmek getirmek için günden güne yüzüstüne çıkıyor. Biliyorum ki sessizlikte bir kusur yok, yaşam da çayından bir yudum alıyor; sobanın çatırdayan alevinde her gün kendi bardağını dolduruyor.

Çaydanlık sobanın demir levhasında cızlamakta, o zaman kalktım yerimden. Dışarıda, sundurmadan bir kar düşmüş olacak süpürge tıkırdadı korkuyla, yine içine girdi belliydi. Bir iki çocuk birbirlerine bağırıyor, tiz sesleri dediklerini ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. Sobanın alevi de azalmıştı; ben de hırkamı giydim, odadaki sehpayı aleve yaklaştırdım ve doldurduğum bardağı üzerine bıraktım.

Kapıyı açtığımda kıvrıldığı delikten baca karanlığını yüzüme vuruyordu kedi. Sanki ona bir şey diyecekmişim gibi umursamaz ama ilgili gözlerini bana dikmiş yatıyordu. Deli gibiydi, biliyordum, ben görüyordum, deliydi tabii, her şeyi o da biliyordu.

Kar durmuş, küreği dayadığım tuğla duvarda eriyik sular donmuştu. Bir iki hamlede onu kapıp çatıya yöneldim. Merdivenlere geldiğimde ise buraya bir gariplik zerk olmuş, bir şey bir nedenden çırpınıyor gibiydi. Karanlıkta göremediğim, her şeyin anlamından başka bir ses ben karları uyandırıp ezerken her seferinde bir diğer basamakta kalbime vurmaya başlamıştı. Ayaklarım soğuğu duydukça ilk önce karla yumuşamış, şimdi her basışımda binlerce iğneyle canımı yakıyor, çatıya çıktıkça duyduğum  çırpınış ise katlanarak bana geri adımlıyordu.

Bir rüzgar esti kaburgalarıma, sanki Tanrı Havva’nın doğumunu anıyor, gecenin ayazında beni titretiyor, bir sunak gibi kanımı alevlere arz ediyor; ve bin kelebek en zifirin ortasında damarlarımda yad için çelenkler bırakıyordu. Rüzgar bu kelebek taneleri tozutuyor, onlar ise git gide buz olmuş, her adımımı attığımda sanki anlamsız doğalarında, şimdi arkamdaki sokak ışıklarında, dans ediyorlardı.

Bu sıra ses daha da büyüdü. Anda beynime, bedenime metalde çizilmiş tiz çığlıklar gibi şişler gezdiriyor, unutulmuş olanı en acımasız mizacıyla zihnime sunuyordu. Ne kadar çabalasam da anlamsız bu hal her adımda çatıdaki sesle daha da yoğunlaşıyor, en büyük yakarışını daha duyamadığımı bana anlatmak istiyordu.

Terimi duyuyordum soğukta, el mafsallarım tutmaz halde, debelenip bir an evvel çatıya çıkmak için gayret gösteriyordum. Ve durdu her şey; her şey fakat o tıkırtı çatıdan gelen.

Birkaç hamlede elimdeki kürekle çatı girişindeki karları küremeye koyuldum. Yalnızca delilik çatıyı alıkoyuyordu: “Şüphesiz,” dedim, “…şimdi hissettiğim bu, korku değil; ve gece yaptığı en iyi işi yapıyor. Tüm hayvanların güdülerine el koymuş bir haciz memuru gibi aklımı çalıyor, algılımı köreltiyor.”. Çünkü karanlık bunu yapardı. Göz bir yıldızı aramazsa göğ diğerlerini saklardı.

Ciğerime doldurduğum her soluk ağrılı kaslarımı büzüyordu. Bir ilkinde burun kanatlarım soğuktan yandı, bir diğer solukta merak nefes gibi zihnime girmiş, ziyafetlerden, kutsal görevinde söylemesi uygun olmayan günahlarla akşamdan kalma bir hükümdar gibi tahtını arıyordu.

Çatı kapısını asma bir kilitle kapamıştım, elbette ki bu soğuk bile tek başına onu çatlatabilirdi, o yüzden ne göreceğimi bilmiyordum. Kapının kendisi ise basit bir teneke eğritmesiydi, zaman bile hiç var olmadan onu yıkıp geçebilirdi. Bu düşüncelerle aklımı topladım; ve ilk ateşi arayan soyun ilk oğlu gibi kanıma yeni yeni dolan bir heyecanla kapıya ulaşana dek karları temizledim. İşte o zaman karşıma çıktı.

Asma kilidin ilmek kolu üzerinde çırpınıyordu. Demek hissettiğim bu olacaktı. Merdivenler, evim, gittikçe azalan dumanıyla baca hep onu bana göndermiş, dışarı çıktığımda susmuş ve çırpınmış hava her şeyin anlamıyla bana gece ışıklarını muştucu kılmışlardı. Bu korku benim değildi; küçük kanatlarıyla, kapana kısılmış canıyla, o, korkuyordu.

Soğuk bir yolunu bulmuş, izini kaybetmiş bu serçeyi bihaber, kötü bir talih ve güldürmece gibi bir kilit üstüne kilitleyivermişti. Ve belli ki karda ve belki kaderinde kaynayan sularda ıslanmış tüyleri her çırpınışında burayı tıkırdatıyor, yaşam arzusunu önüme seriyordu.

Çırpınışına son vermek için yanına yaklaştım. Elimi koyduğum yerde damarlarını, nabzını işitiyordum. Sesini çıkaramaz bir mahkum gibi, o topal filozof gibi hayatını kabulleniyordu.  Biliyordum, saygınlıkla ölüm onun kabulünden geçiyordu.

Korkmuş teninin sıcaklığı öyle şeyler anlatıyordu ki, yaşamı parmaklarının ucunda bulmak, her yerde bulmaktan daha değerliydi. Çünkü yaşam her yere hakim olabilir ve bir can ötekini alabilirdi. Yalnızca bunu yapabileciğini bilmek, insan için en acımasızı bu olsa gerekti.

Zihnime dolan meraktan bir nefes bacaklarına, pençelerine bıraktım, ne olup bittiğini elbette çözecekti, Odesa bile kendisinden öğrenmemiş miydi, bunu kahve çizgilerinde görüyordum, tek çare uçmaktı.

Her nefeste demirin aşağılayıcı hissi çözülüyordu. Serçenin özgürlüğünü duyduğunu da açıkça görebiliyordum, yine de buna hükmün kendisinden geçmediğini biliyordu, saniyelerce de ağırlaşan nabzıyla beni bekledi.

Önce bir pençesini buzdan çıkardı, hayatta kalma güdüse de tam bu anda o mağrur duruşuna bir hakaret gibi tetiklenmiş, kurtulma ve ümidin yerini ucuz bir kaçma telaşına bırakmıştı. Yine de anlaşılıyordu, bu sefer: “Korktuğunu biliyorum, korkmalısın da, inan ki ben de korkuyorum.” dedim ona. “Halen çırpınmakla, kanatlarına musallat ifritleri, karanlığın bekçisi kesilmiş soğuğu def etmek istiyorsun. Ben ise senin korkmanı istiyorum. Canın ne ki bu acımasızlık, çırpınmalarından zevk mi alıyorum ki sana eziyeti tattırmak istiyorum? Hayır, yaşam binlerce oda gibi ve sen geldin de benim kapımı tıkladın. Hayatlarımız birbirine ekleniyor, gerçekten, gerçekten ben de bu yüzden korkuyorum. Ben korkumu paylaşırken ise sana, korkuyu bildiğimi de söylüyorum, o yüzden benden de bunu eklemeni bekliyorum. Çünkü inan bana hiç fark etmiyor karanlıktan mı korkuyorsun yoksa ölümden mi, sen şayet korktuğunu biliyorsan hiçbir belirsizliğin önemi yok. Korkun seni daha çevik yapıyor, görüyorsun, işte! Korku seni daha akıllı yapıyor ve şayet sen çok akıllıysan ve güçlüysen korku seni zalimin teki ya da korkağın teki olmak zorunda kılmayacak. İçinde dehşeti saklamaya çalışsan da yine bir gün yanında olacak ve beni hatırlayacaksın. Çünkü senin korkun bizi bir araya getirebildi; ve şayet sen ihtiyacın olduğunda korkunu hatırlayabilirsen, demir pranganı kıran nefesten bir balyoz gibi sana evini gösterecek tek şey o olacak. Hatırlarsan, hatırlayabilirsen her zaman evine uçacaksın.”

Beni dinlediği belliydi ve korkusu su götürmezdi. Bir soluk daha, onu kilidin üzerinden kendime çektim. O anda bir şey oldu, zihnime yıldırım inmiş gibi gözlerimi kapadım, bir şey yapmıştı. İçiçe geçmiş zarlarında ayın ışığı gözlerine, gözlerime yansımış, yüzlerce madenin alevi gibi, en uzak yıldızların ölüm haberini getiren bir ışın gözlerimin, gözlerinin aksinde sonsuza gidiyor, deride bir kama kesiği gibi kanayarak bana bakıyordu. Avucum gevşemiş, bir şeytanı cehennemden kurtarmışım gibi minnetle bana acıyordu. “Bir rüya..” dedim kendi kendime “… oyunlar oynuyor zihnim yeniden bana.” ve gözlerimi kapadım. Açtığımda ise kollarımda odunları bir yanıma payanda etmiş, diğer elimde anahtar çatı kapısını kaparken bulmuştum kendimi. Aradığım yanıt unuttuğum yanıttı oysa. Korkuyordum, bilinmezlikten değil, hatırlayamamaktan korkuyordum.

Ertesi gün uyandığımda soba sönmüş, bense öğlen hüzmelerinin perde yarıklarından attığı kesiklere gözlerimi açmıştım. Önce üzerimdeki karşı konulmaz yorgunluğa çare için sobada bir su kaynattım, içine ise birkaç odun bırakıp yüzümü yıkmaya ayrıldım.

Bulunduğum dehliz basit alçılarını ben yürürken bile döküyor, kapı pervazlarındaki portakal kabukları gibi sıyrılıyordu. İçime dolan bir uğursuzluk hissiyle duruverdim. Dün geceyi hatırlamaya çalışıyor, kuşun gözlerini ani ve ağrılı şoklarla zihnimin içinde görüyordum. “Zavallı meczubun teki, belli ki ayrı düşmüş diğerlerinden de kapıya tünemiş, ne diye kendine eziyet ediyorsun ki?” dedim kendime aklımı toplamaya çalışarak. Bu esnada ayağım koridor sonunda katlanmış kilimlerden birine takıldı, bir elimle duvara tutunmaya gayret etsem de, tırnak etlerimin molozlarla dolmasından başka bir şeye yaramamıştı bu, sırtüstü döşemeye yıkılıvermiştim. O an karşıma çıktı. Birdenbire tanıdım. Salonda, ısıdan buğu yapmış camlar ardında bulanık silüeti ile bekliyordu. Elbette hesabını verecekti, bir açıklama yapmaksızın bunca şeyi diyebilmeyi nasıl beceriyordu? Bu merak giderek büyümeden hırsla ve öfkeyle doğruldum.

Öylesine atik davranmıştım ki eklemlerim hep bir elden çatırdadı. Derimi buğulamışlar gibi terlemiş bir halde pencere pervazına yaslandım ve elimin tersiyle camı sildim. Yine bana bakıyordu gözlerini hiç almadan ya da sorgulamadan, hatta sorgulatmadan. Hiç endişeli gözükmüyor dahası benim tavrıma şaşırmış olacak, “Hadisene artık, misafir dediğin göz göre göre bu kadar bekletilir mi?” diye soran gözlerle bana bakıyordu. Pencereyi açmamla içeriye hücum etti. Sanki yıllardır burada kalıyormuş gibi uyuduğum yer sedirine kondu. Yumuşacık, sıcak kumaşlar önüne serilmiş, tek bir kelime ötmeden orada uyuyakaldı.

Beni alttan alıyordu sanki, uzun zamandır birbirini tanıyan iki dost arasında ufak anlaşmazlıklar olabilir; isteği tüm tatsızlıkları bir kenara bırakmak, yıllardır yaşadığı bu eve bir kardeş gibi gelmek, her şeyi ardına koymak gibiydi.

Anlamsız davranışıyla ona kızmış yine de evine döndüğünde, şimdi, onu bağrıma basmak istiyordum. Bunu doğuran oydu. Neden peki geri gelmişti? Tabii ki bana karşı bir oyun oynuyordu. Adını bilmediğim bu hileyi kim bilir daha kaçına daha yapmış, sonra onları sefil hayatlarıyla derme çatma evlerinde mağlup etmişti. Niyetini anlıyordum, böyle olmalıydı, yoksa geri geldiğinde hiçbir şey demez miydi? Kanatlarını benim gölgeme sunmaz, bir dibeğin dibinde unuttuğu şefkati üzerimden uçarken tek bir tüyünü bırakmadan gölgesiyle savurup geçer miydi? Tahta, açık pencerenin soğuğunu emmiş zeminde ayaklarımı üşüten pencereyi, kendi madem barışmaya gelmiş, kapatmaz, beni soğuklara bırakır mıydı? Yine de içimde beni ona bağlayan, algımı zorlayan, çabuk kanatlarında bana cazip gelen bir şeyler saklıyordu. Öylesine düşünceli bırakmıştı ki beni, belim ardımca el bileklerimi sıkmış, pencereye gidene kadar onları uyuşturacak gibi bastırdığımı duymamıştım. Gün hüzmelerinde dışarıya baktım, cadde soğuk ve sessizdi. Umudu alınmış bir ışıktı içeriye süzülen; uyurken onu izlemek yine de öylesine keyifliydi ki, camı kapatıp ben de yanına oturdum.

Saatler geçti ve kaldı öyle. “Gitmez misin?” deyiverdim kendi kendime. “Birazdan saatler gelip zamanı uyandıracak ve sen yine beni terk edeceksin.”. Ona baktım ve pencereden gökyüzüne. Döşemeden kül ve duman siliniyor, bir ebemkuşağı bulutları yarmış, göğsüme doluyordu. Nefes alışındaki o mağrurluk ne güzeldi! Nasıl da sessiz ve usluydu! Yokluğunda kaybettiğim günlerin, her şeyin anlamını yüklemişti omuzlarına; ama benim kanatlarım yoktu ki! Ne cesaretle, ne ikiyüzlülük ve minnetle gitmiştin öylesine uçarak! Bir bakışın ardıma kalmıştı gaddarlığından. Sana arz olan şefkati ve merhameti yıkmandan geriye yalnız elemler bırakmıştın. Ancak geri geldin öyle değil mi? Yine bana gelmiştin, benden hiç kopmamıştın ki! Bunu mu diyor bana o huzurla kabarmış tüylerin? Beni asla bırakmazdın öyle değil mi? Hangi ölümün kıyısına gagaların uzandı ve benim nasihatimde onunla pençeleştin bilmiyorum; ama şimdi daha dayanıklı o göğsün kış rüzgarlarına ve daha çevik kanatların. Kapkara denizlerin tuzlu kokularını taşıyorsun yatağıma, tüylerinin arasına sızan rüzgar çiviler çakıyordu kanatlarına taşkın dalgaların üzerinde süzülürken, yine de dimdik değil mi o göğsün senin? Kayıplarıma, kendimden bile gizlediğim yalnızlığıma ilacı hangi diyarlardan buldun güzel kuş? Gılgamış’ın elinden dikenli çiçeği kapan ve ölümsüzlüğü dostlukta kıldıran sendin değil mi? Ya da uçtuğun kıyılardan ateşi o titana emanet eden; bir yel esince yükselen sendin değil mi göğe yükselenlerle beraber? Ve bir yıldırımla Phaeton’u cenk arabasından kurtaran, bütün iyiliklerin attığı senin kalbindi değil mi? Ancak nedir o kabarmış kanatlarının sakladığı uzak uykulara? Sen, yaşamı sulara geri vermeye mi geldin?

Saklanıyordun uzun zamandır. Şafağın güneşi kayalara ve bulutlara vurmuş sense avladığın o aciz solucanlar gibi toprağa kafanı yaslamış, biri çomak sokana kadar rahat yaşadığın, ahkam kestiğin delikten çıkınca bir gün, çılgına dönmüştün! Bunu şimdi biliyorum. Gözlerinde Eko’nun kemiklerini taşıyan dağlarla, cehennemin mavi alevlerinde yanarak kül olmuş menhusluktan bir dem de bana bırakıyorsun!

Ne bir gölgeni, ne ay ışığında cıvıltılarını ne saklandığın kayalarda örselenmiş pençelerini yanıma getir Lilith’in oğlu, Almas’ın yanmaktan kahveye dönmüş canavarı, Kızıldeniz’in ölü meleği, sen nasıl da uyuyorsun öyle: Nasıl bu kadar güzel uzanıyorsun; nasıl bin ekinin bin kederini omuzlarına almış yine de güçlü durabiliyorsun? Ey tanrının oğlu, ey şeytan! Benim ölümlere dermanım mı var ki geldin ve uzandın öyle, geldin, geldin ve uzanıverdin sedirime?  O gece geldin bana, o tatlı,  acımayı nerede zincirliyse çıkarabilecek sesinle karları kelebekler gibi yağdırdın ve bana bunları yaşattın.

Şimdi aynaya bakıyorum ve onu affediyorum, beni. Sen, yaşamı sulara geri vermeye mi geldin?

Hücrelerin sulara vurdu, güneşin çekiciyle dalgaların kanca örslerinde dövüldün, toprağı kokladın, göklere hakim oldun, sonra da… Hangi canınım ben senin? Nasıl mutlu ediyorsun beni, bak ellerim titriyor şimdi de. Her şeyi duyuyorum ve benimle alay ediyorsun, kalk artık, uç ve göğün kırbacını bana indir, şaklasın doğanın ruhu, titretsin bedenimi. Özgürüm senin ellerinde, senin solukla dolan gök ciğerlerinde bir nefesim, senin kölenim. Bak bana, nasıl da özgürüm!

Sen, yaşamı sulara geri vermeye mi geldin?

Diyecek bir sözü yoktu. O kısık, şımarık göz kapaklarının altında kim bilir nice ifritleriyle bana nasıl da gülüyordu, halime acıyordu oysa. Daha fazla dayanamazdım. Bir hışımla sedirden doğruldum, o ise gözlerini açmıyordu hala, sedirin sarsılması bile yaratılış yorgunluğunu üzerinden atamamıştı belli ki. Geri döndüm. Ellerimle sıcacık, yumuşacık bedenini avuçlarıma sıkıştırdım; ve uyandı. Sonunda! Ölü firavunların kavanozlarda saklı gözlerinden lanetiyle bana bakıyordu. Çırpınışı boşunaydı.

O gözleri, o deli, o meleksi gözleri? Serçe, serçe, ya da şeytanın kanatları! Boynunun ufak kemiklerini nazikçe çevirmeleriyle bana soğuk soğuk gülümsemesi… Evet… O kadar ufaktı ki: avucumda canının sıcaklığı, minnacık etleri ve gizlenemeyen kalbi… Yine yapıyor. Yine o ince, o naif duruşuyla boynunu çeviriyor, o kadar güzel yapıyordu ki bunu! Tüylerini bir hissedebilseniz bunu anlardınız hangi canıyla atıyordu o kalbi, hangi çaldığı diğer canlarla yüzsüzce atıyordu o kalbi? Beni almaya gelmişti. Beni. Tamamen mi? Şüphesiz benimle dalga geçiyordu yeniden, nabzını benimle alay edebilmek için yükseltti böyle. Oysa uyurken öyle miydi, kalbi hiç böyle atıyor muydu? Camıma konmuşken ne kadar sakin ve özlemle bekliyordu. Şimdi ise biliyorum, beni küçümsemeye engel olamıyordu.

Soğuğa çıktım. Yalın ayaklarımla karları eziyordum. İki avucumla sıkı sıkıya tutmuştum onu; ama utanmadan neşeyle şarkılar söylüyordu!

Yürüdüm. Taşlar ayaklarımı sokak yongalarıyla yararken yürüdüm. Ezilmiş karda derimden yarıklar açılmış, kesik kesik kanlar karın beyaz sunağına seriliyor, yolda arabaların klaksonları, gün ortasında yürüyüp geçen binlerce yüzün kahkalarıyla onun ilahisine eşlik ediyorlardı. Nasıl da gülünecek hale getirmişti beni! Ancak kaçamayacak ve bedelini ödeyecekti.

Yürüdüm. Yürüdüm. Denize ve gara ulaşana dek de durmadım. Hemen avuçlarımdan onu alıp cebime koymuştum. Henüz kimse görmemeliydi. Bir bilet istedim, memur biliyordu tabii ne günahlara razı görüldüğümü, o zaman ne diye sormadı bile bana. Çok iyi yapmıştım onu saklayarak.

Putlar gibi duruyorlardı insanlar ve ben putları yıkacak, onların şefaati olacaktım!

Öyle akıllılık ettim ki, bekledim. Tek soru sormadım, herkes içerideydi. Ama ben dışarıda bekliyordum. O asırlar boyu gökkubbede kayıp giden ve mutluluk getiren yıldızların anası İştar bana işaretini verecekti. Sonunda tren yaklaşıyordu. Son ana kadar beklemiş Perseus’ un sebatıyla ben de bekliyordum; ve işte! Karlar düşmeye başladı. Ciğerime inen kömür kokusuyla irkildim, ne yapacağımı bana o anlatıyordu, bense iyi biliyordum. Herkes görsün diye o şeytanı önce göğe kaldırdım, sonra adağımı bir elime, garın beton bitimine ise diğer elimi koyarak bir çeviklikle raylara indim. Trenin demir balataları yanık bir kokuyu daha getirmişti; ve evet, alevler gelmişti kanatlarına, onu cehennemine geri götürecektim.

Bu şeytan mabedi yerde gerçek yüzünü herkese gösteriyordu. Önce onu trenin gelişini hesaplayarak döndüğü ve en çok ağırlığını verdiği rayın gediğine yerleştirdim, bir iki avuç karı da üzerine ve kanatlarına attım. Onu öylece oraya kapamıştım. Kardan bir taş gibi hareketsiz, öylece duruyordu. Duruyordum.

Öylece durmuştum. Serçeler trenin kömürüyle uçarken, ben, beni ezmesini beklerken işte öylece durmuştum.

O zaman dikildim ve bekledim. Biliyorum ki pek değeri yok bu canın, ben yeterince gördüm. Kuşları gördüm, şehrin serçeleri trenin üzerinde süzülüyor, izledikçe özgür oldum. Şimdi bekliyoruz. Serçeleri bekliyoruz. Ha kalktı ha kalkacak. Tren gelip geçiyor üzerimden, serçeler süzülüyor trenin üstünden. Kömürüyle izliyor karda putlar, kömürle çığlık koparıyorlar. Sonunda duymuyorum çığlıklarını, sonunda uzanıyorum. Kanlarıma bakacaklar karda, yalın ayaklarımın izi var karda. Hah, işte şimdi kalkıyorlar.

PAYLAŞ
Önceki İçerikSanat Tarihi İstihdam Platformu’nun Sesine Kulak Verin
Sonraki İçerikNerede Hüviyetim?
Avatar
İsmim Ulaş Can Çakan, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları 3. sınıf öğrencisiyim. Liseyi Kocaeli’de İzmit Lisesi’nde okudum ve burada okurken “Genç Paylaşım” dergisinde 2’incilik kazandığım bir öykümü yayımladım; ayrıca aynı dönemde İzmit Garı’nda Kader Aktü Atölyesi olarak resim sergisinde çizimlerimi sergiledim. Yazmaktan, okumaktan, sanattan oldukça keyif duymakta, halihazırda da Galip Tekin’den çizgi roman, Sakine Çil’den de seramik dersleri almaktayım.

2 YORUMLAR

  1. Ulaş Bey son zamanlarda okuduğum Çehov tarzında en güzel öyküydü, başarılarınızın devamını dilerim. Mail adresimi Sanat Duvarı yönetimine bırakıyorum dilerseniz size yazar köşesi açabilecek iletişimde olduğum bir edebiyat dergisi var, sevgiler.