KIRMIZI – Öykü

2
330
KIRMIZI

“Yedinci sıra, dördüncü koltuk beyim.”

El fenerini ileriye doğru uzattı, bahşişini cebine koydu.  Bir süre daha önce kasabada hiç görmediği bu cılız, sarı suratlı adamın arkasından baktı. ‘Kim bilir kimin misafiri’ diye geçirdi aklından. Belki de Feride Abla’nın İsviçre’den gelecek olan yeğeniydi. Hoş, öyle olsa çoktan duyulurdu mahallede. ’Amaaan, meraklandın yine’ diye söylenirken, tanıdık seslerle irkildi. Film başlamak üzereydi. Küçük adımlarını sıklaştırarak kapıya yöneldi, soluk kırmızı perdeden dış dünyayı araladı.

Terzi Mehmet ve Beyaz Ayşe’nin yegâne çocuğu Zila adını, 17 Eylül 1962 tarihli saatli maarif takviminden almıştı. Erkek olsaydı Ferit olacaktı zira. Çocukluğu dikiş makinesi sesleri ve annesinin anlattığı hikâyeler arasında geçmişti. Babası az konuşur, çok dikerdi. Zila, babasının terzi dükkânına misafir olurdu çoğu zaman. Dikişten başını kaldırıp, gözlüklerinin üzerinden ona gülümseyen babasını izlerdi kuşburnu içerken. Sonra hep kuşburnu içti Zila. Yazın soğuk, kışın sıcak. Büyüdü. Babasının ona diktiği renk renk elbiseleri sevmedi sonra. Kot pantolon ve oduncu gömlekleri ne de rahattı. Uzun saçlarını sevmedi. Bir filmde gördüğü sarışın kadın gibi, kısacık kestirdi saçlarını. Böylece iri ela gözleri daha da belirginleşti. Giyinişi ve kalınca sesine istinaden, ‘Erkek Zila’ oldu birden. Yan komşuları ağzı bozuk Münevver fısıldamıştı kasabalıların kulaklarına bu ismi. Erkek Zila. Önceleri öfkelenip, mahallenin gençleriyle kavga ettiyse de, aldırmadı bir müddet sonra.

Ortaokulu bitirdiği yaz, babası ebediyete intikal ettiğinde, Beyaz Ayşe’nin de kelimeleri küstü lafazan ağzına. Kızına anlattığı hikâyeler azaldı günden güne. Çalışkan balıkçılar, akıllı çobanlar, efsunlu nineler coşkusunu yitirdi. Sustu Beyaz. Kaldı Zila. Evlere sığmadı. Çalışmaya karar verdi.  Mahallenin tek salonlu sinemasını Fahri Ağabey işletiyordu o vakitler. Eski makinist, yeni bulmaca çözücü, müzmin sarhoş. Sarhoşken çıkardığı tek vukuat, yaşlı annesinin evinin önündeki çınar ağacını Ajda Pekkan sanıp, onunla dertleşmesiydi. Kasabalı alışmıştı bu duruma. Babasıyla yakın arkadaş olan bu sevimli adamı çok severdi Zila. Sinemada işe başladığında, kasabalılar yadırgadı önceleri. Oysa sevmişti bu işi. Lale Sineması’na gelenlere yer gösteriyor, bazen de Fahri Ağabeyin yerine bilet kesiyordu. Arta kalan zamanlarda ise filmleri, -hatta aynı filmi- birkaç kez izliyordu. Bu filmler annesinin yarım kalan hikâyelerini tamamlıyordu sanki. Hem de kocaman, renkli renkli, güzel kadınlar ve yakışıklı adamlarla…

‘Sultan’ filmine bayılmıştı Zila. Neredeyse sekiz kez izlemişti. Hele muhtarın oğlu Bulut Aras’a bayılmıştı. ‘Ne yakışıklı adam’ diye düşünürdü her seferinde. Kasabaya yeni gelen öğretmen de izledi bu filmi. Birçok kez. Tüm mahalle filmi izleyip, seanslarda bu kısa saçlı güzel kadınla ikisi kalıncaya dek. Sonra Zila’yı izledi Bekir. Siyah saçlarını kulaklarının arkasına atışını, Şener Şenli sahnelerde ağzını kapatarak gülüşünü, dudaklarından ellerine bulaşan kırmızı ruju silişini, filmin sonunda ela gözlerinin buğulanışını.

Bu minyon, güzel, incelikli kadına neden ‘erkek’ lakabının takıldığını anlamadı Bekir.  Yıllardır böyle anılıyordu işte. Tanıştılar. Sevdi bu adamı Zila. Yakışıklıydı, hem de bıyıklıydı; Bulut gibi.

Evlendiler. Zila işine devam etti. Yedi yıl oldu. Annesi daha çok unuttu, daha çok sustu. Zila saçlarını uzatmadı. Bekir tanımadığı adamlardan şiirler okudu O’na. Hepsini çok sevdi. Filmler izledi. Suzan Avcı’yı sevmedi. Yedi yıl oldu. Güz oldu. Çocukları olmadı.

“Zila abla koş hadi.”

“Tamam, kız bağırma avaz avaz, geldim.”

Televizyondan, annesine en sevdiği programı açtıktan sonra alelacele evden çıktı. Çerçinin kızı Nurten’le kol kola girerek tepenin yolunu tuttular.

“Kurdeleyi unutmadın dimi, ay yatmadan evvel okuyup üfleyip yastığının altına koydun inşallah.”

“Yaptım Nurten, yaptım. Aklına uyduk ya, hadi hayırlısı…”

Tepeye vardılar. Kurumuş, kollarını dua edermiş gibi kaldırmış ulu ağaç karşıladı onları. ‘Bu ağacın kendisine hayrı yok’ diye düşündü Zila. Komşu kasabadan üfürükçü Hasibe’nin gelini Birgül ve iki çocuğu da oradaydı, bu ritüelin parçası olarak. Büyüğü, iki elini çenesine dayamış, somurtarak oturuyordu ağacın altında. Küçüğü ise annesinin elinden tutmuş, sessizce duruyordu. İlahi Nurten. Doğurgan kadın iyiymiş, uğurmuş. Hem ağaç büyülüymüş. Yatır varmışmış dibinde. Gelip kurdele bağlayıp adak adamışmış. Hemencecik kabul olmuşmuş dileği.

“Aaa inan bana abla. Benim de dileğim kabul oldu. Sahiden bak.”

Gitmedikleri doktor kalmamıştı. Hepsi çocuğunuz olacak diyordu. Her yolu denediler. Bekir belli etmese de; üzülüyordu. Safsata dediği şeylerden medet umuyordu şimdi Zila.

Kırmızıydı dileğinin rengi.

Saçları siyah, gözleri zeytin.

Babası gibi mahir, anası gibi çetin.

Adı da Bulut.

Kurdelesini ağaca bağladıktan sonra, bir süre ağacı izledi Zila. Bir yaramaz oğlan çocuğu hayali kurdu. Yaramaz, yerinde durmaz. Belki de bu ağaca çıkardı Bulut. Annesinden kaçar, en üste tırmanır, sımsıkı sarılırdı ağaca. İnmek için de babasının gelmesini beklerdi, kim bilir…

“Nurten gidelim artık. Bekir gelir birazdan. Anneme söz verdik. Bu akşam Eşkıya’yı izleyeceğiz.”

Zila, yaşlı ağacın yanından uzaklaşırken; kırmızı kurdelenin savrulduğunu, Bulut’unsa rahmine tutunduğunu bilmiyordu henüz…

PAYLAŞ
Önceki İçerikGel Seninle Özgür Olalım; Aşk Gibi
Sonraki İçerikMaalesef, Nihayet
Selcan Kırnal
1988 yılında Çorlu’da doğdu. Ege Üniversitesi Klasik Arkeoloji mezunu. Okur, yazar, çizemez.

2 YORUMLAR