Saat kuşların vaktiydi. Mutlu bir hikâye varsa eğer, güneşin yarı aralıklı pencereden içeri dolmaması olmazdı tabi ki. Esen yelin seni sıcak yatağından yüzünü okşayarak kaldırması da işin cabası olsa gerek. Telefonun alarmı kurulmuş ve daha çalmadan uyanılmıştı. Daha gözlerini açar açmaz genç adam hissetmişti günlerdir hayalini kurduğu anın geldiğini. Heyecanlıydı. Yataktan bir hışımla fırlayarak yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Annesi neredeyse bin yıldır mutfakta ona kahvaltı hazırlıyor, yemekler pişiriyordu. Oğlunun eşikten dışarı aç adım atmasına gönlü hiçbir zaman razı gelmemişti. Bir tane oğlu vardı ve onun için atan bir kalbi… Genç adam kuşların vaktinde uyanırken annesi kargalar kahvaltısını yapmadan ayakta olurdu. Odasına gitti, saatlerce uğraştı. Kravatın birini çıkarıp birini taktı. Diğerinin rengi kapalıydı öbürü ise çok açık. Bu ceket pantolona uymazdı, pantolon ayakkabıya… Sonunda hazırlanmıştı. Çeyrek asırlık ses tonuyla yine aynı sözler çıktı ağzından. ‘’Ben çıkıyorum anne.’’ Bin yıllık aynı telaşla kahvaltı yapması gerektiği söylenmiş fakat sözü dinlenmemişti. Çeyrek asırlık beyniyle kafa tutuyordu sanki koskoca tarihe. Annesi mutfağa geçmiş, kendi hazırladığı kahvaltıyı yine masada hiç kıpırdamadan duran eşiyle yapmıştı. Her gün tozunu alır ve her gün öperdi onu. Hiç bıkmamıştı ondan. Bıkmayacaktı…

Genç adam hızla dolmuşa bindi. Heyecandan para üstünü bile almamıştı. Her zamanki buluştukları yere gitti. Aynı masaya aynı sandalyeye oturdu. Ve beklemeye başladı. Bilerek erken gidiyordu. Çünkü beklerken onun hayalini kurmak mutlu ediyordu kendisini. Sevdiği kızla evlenecek, her istedikleri olacaktı. İlk önce kendilerine küçük, samimi ve iki kişilik ev yapacaktı. Tabi evlendikten sonra annesi kalamazdı onlarda. Yoksa ne der karısı değil mi! Daha sonra bir araba alacak hafta sonları pikniğe gidecekti karısıyla! Hayallere dalan genç adam sevgilisinin sesiyle irkildi. Sarıldılar, dudaklar yanakları ıslattı, eller birbirleriyle buluştu ve öyle de kaldı. Seni seviyorumlar masaya serildi. En derinde kalan ve kalması gereken aşkları da döküldü dillerinden. Kız onun için ölüyordu, genç adam ona hasretti. Ayrılmak istemiyorlardı ve söz bile verilmişti, biri diğerini asla kırmayacaktı. Genç adam zamanın geldiğini hissetmişti. Önündeki çayı masanın kenarına sürükledi, elini kıza hissettirmeden cebine götürdü. Aniden ter dökmeye başladı. Yoksa almamış mıydı yüzüğü. Sabah aceleden unutmuş olmalıydı. Kendi kafasına ağır bir küfür sallamak üzereyken eline geliverdi yüzük kutusu. Kendisi koymamıştı cebine. Daha düşünmeye bile fırsat bulamazken annesi geldi aklına. ‘’Annem’’ diye geçirdi içinden. O koymuş olmalı cebine. Ama nasıl olabilir ki? Sabah neredeyse on tane ceket değiştirmişti yirmi gömleğe nazaran. Çeyrek ömürlük beyni yetmemişti bu sırrı çözmeye. O bir anneydi. Oğlunun hangi gömleği ilk önce deneyip hangisini giyeceğini ve en sonunda seçeceği ceketin hangisi olacağını biliyordu. Geceden koymuştu yüzüğü cebine. Çünkü biliyordu, sabah olunca aceleden unutacaktı oğlu. Genç adam gülümsedi. Keşke diye geçirdi içinden. Kahvaltıyı yapabilseydi bu sabah annesiyle. Belki bir teşekkür eder, yanaklarından öperdi. Taze değildi yanakları buruşmuştu ama sevgilinin en güzeliydi annesi. Aşkın en derinde olduğu ve hala orda kaldığı hazineydi. Neyse dedi, eve gidince annesine çok teşekkür edecek ve öpecekti ellerinden. Belki de annesi hiç sevinmediği kadar sevinecekti ömründe.

Sevgilisinden gözlerini kapatmasını istedi. İkisinin de suratında anlamsız bir gülümseme vardı. Elini cebinden çıkardı. Kutuyu açtı. Kutudaki yüzük kızın gözlerinden daha parlaktı. Yüzüğü kıza uzatarak ‘’Aç’’ dedi. Genç adam utanmıştı biraz. Daha kızın surat ifadesini görmeden kafasını öne eğdi. Ve hemen ardından kuşları yerinden fırlatan bir sevinç çığlığı ile irkileceğini düşünen genç adam, toprağın şeklini değiştiren ve ağaçları yerinden söken bir gürültüyle düştü sandalyesinden. Şaşırmıştı ve etrafına hızlıca göz geçiriyordu. Arkasını döndüğünde boyundan uzun bir füzenin yere sessizce süzülüşünü izlerken buldu kendini. Gözlerine inanamıyordu. Kafasını yukarı kaldırdığında gökyüzü sanki kara bir buluttan kırcı yağdırıyordu. Az önce ki utangaç çocuğun yerini gözleri kan çanağı dolmuş azılı bir katil görünümü almıştı. Ve bir patlamayla daha koşmaya başladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Sadece koşmak ve bir yerlere saklanmak istiyordu. Çünkü korkusuna engel olamıyordu. Birikmiş toprak yığınlarının üstüne çıkıyor, girecek bir delik arıyordu. Gözüne kapısı açık bir apartmanın bodrum katı ilişti. Oraya inecek ve saklanacaktı. Çeyrek asırlık aklı o kadar çalışıyordu! Apartmana doğru koşmaya başladı. Büyük bir patlamayla yerle bir olmuştu apartman. Korkusunu artık gizleyemiyor, bir yandan koşuyor bir yandan ağlıyordu. Belki de unutmuştu sevgilisini. Neredeydi? Ölmüş müydü? Annesi düştü genç adamın aklına. Sonra dizleri çöktü, yüzükoyun yere serildi genç adam.

PAYLAŞ
Önceki İçerik12. Uluslararası D-Marin Klasik Müzik Festivali
Sonraki İçerikTazminat Davası
Şaban Taş
1991 SAMSUN doğumluyum. Ali Fuat Başgil Anadolu Lisesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunuyum. Askerliğimi 2015-2016'da MARDİN/Nusaybin'de yedek subay (Karakol komutanı yardımcısı) olarak yaptım. Yaklaşık 10 yıldan beri, özellikle şiir olmak üzere, edebiyat ve sanatla ilgileniyorum. Üniversite hayatımda tiyatro ekibine dahil olarak birçok turneye katıldım. Turgut UYAR'ın; "Şiir, hevesle başlanan fakat daha sonra ciddiye alınan bir iştir." ifadesi benim şiire karşı bakış açımı etkileyen en önemli cümledir. Memleketimde özel bir okulda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmaktayım. Yakın zamanda "SAFRAN" adlı kitabımın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.