Bir insana, onu öldürebilecek kadar kızdığınızda bile bu öfkenizin yaklaşık beş-altı dakika süreceğini duymuştum. Bu yüzden yerde kıvrılıp başımı kollarımın arasına sıkıştırdığımda, ardı ardına vücudumun çeşitli yerlerinde patlayan bu kahrolası yedi adet cücenin akıl almaz tekmelerinin sonsuza dek sürmeyeceğini biliyordum. Edindiğim bu gereksiz bilgi, baharın gelmesiyle, kaleiçinin yıkık harabe evlerinin bahçelerinde, yıllardır ayakta kalabilen turunç ağaçlarının her bir dalında neredeyse binlerce açmış, beyazı sarısına karışan turunç çiçeklerinin burnuma gelen o tuhaf baş döndürücü kokusuyla beraber bir nebze de olsa rahatlatıyordu içimi.

Gecenin bir vakti, Kale içinin ortasında yedi adet cüce tarafından ölesiye tekmeleniyordum. Ve üstüne üstelik hepsi öfkeliydi. Cücelerin bu kadar kuvvetli olduklarından o ana dek haberim yoktu. O kadar iyi kapaklanmama rağmen dudağımı patlatıp, dişlerimi kırabilmişlerdi.

Tekmelerden fırsat buldukça kafamı kaldırıp, az ötede beni öfkeli gözleriyle izleyen, gözlerine iyice baktığımda acıma duygusunun zerresine denk gelmediğim eski kız arkaşım Tuğçe’ye bakıyordum. Bu cüceler onun arkadaşlarıydı ve Tuğçe bu götten bacaklı ipnelerin pamuk prensesi olmuştu. Ben ise zavallı prens. Tek farkımız, prensesi öptüğüm için değildi bu dayak. Yaklaşık üç saat önce kafasına işediğim içindi. Bunu neden yaptığımın çok bir önemi yok aslında. Sarhoştum ve haklıydım. Ve haklı olmamın gururu, yediğim dayağın acısını azaltıyordu. Ne kadar içtiğimin de bir önemi yoktu. Aralık sokağının, dik yokuşa dönen köşesinde duvarın dibine işerken, Tuğçe ve yanında ele ele tutuştuğu yeni manitasıyla göz göze gelmeseydik, ya da Tuğçe yüzüme bakıp,  o alışılmış aşşağılayıcı tebessümüyle  “gel istersen tepeme işe” dememiş olsaydı, bugün muhakkak birbirimizden habersiz sakince biralarımızı yudumlamaya devam edebilecektik.

Birden durdu tekmeler. Yerde bir süre daha kapaklanmış halde bekledim. Yavaşça saatime baktım. Daha beş dakika dolmamıştı. Yorulmuş olmalılar diye düşündüm. Ne de olsa cüceydiler. Bacak boyları kısaydı. Sarf ettikleri efor, normal diyebileceğimiz bir adamın sarf edeciğin eforun iki misli olmalıydı. Ben de yorulmuştum. Hafifçe parmaklarımı dudağıma ve burnuma götürdüm. Kanın sıcaklığını hissedip geri çektim. Tekrar kafamı, bu sefer daha da güvenli olduğuna inandığım biçimde sıkıca kollarımın arasına gömdüm. Bir süre daha pozisyonumu hiç bozmadan bekledim. Başka tekme gelmedi. Bitirmişlerdi. Hafifçe kafamı kaldırıp Tuğçe’ye baktım. Üzerinde uzun kırmızı elbisesiyle beraber ağır adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Az önce gözlerinde yanan, sanki Çıralı’nın alevi gibi sonsuza dek sürecek o öfke yitip gitmişti. Tebessüm sarmıştı şimdi tüm bedenini.  Bahar yelinde o az önce burnuma gelen, eşsiz turunç çiçeklerinin kokusunu görebiliyordum üzerinde. Yanıma gelip elini uzattığında daha da bir belirginleşti yüzünde ki tebessüm. Buyurgan ama bir o kadar da nazik;

“Kalk” dedi. “Kalk hadi dans edeceğiz.”

Gülümsedim. Kan revan içinde kalmış ağzım ve burnumla, kırık dişlerimle nasıl göründüğümü önemsemeden gülümseyip uzattım elimi. Az önce bana o öldürücü tekmeleri savuran o bacağını siktiğimin yedi cücesi, şimdi etrafımızda bir çember yapmış ve her biri eline bir enstürman almış Miserlou’yu çalıyorlardı. Dördünün elinde viyola vardı. İkisinde kontrbas, sonuncusunda ise keman.  Müziğin girmesiyle beraber, sokak lambasıyla aydınlatılmış karanlık sokağının tepesine, yani bizim tepemize nerden geldiğini anlayamadığım kan kırmızısı yapraklar dökülmeye başladı. Güney Kore sinemasının bir sahnesinde gibiydik sanki. Yapraklar dizlerimize kadar geldi nerdeyse. Yaprağın kırmızısı, elbisenin kırmızısı, suratımdan akan kanın kırmızısı, hepsi aynı tondaydı. Sokak lambasının ışığı bile kırmızıydı artık. Tüm sokak, tüm Kaleiçi belki de kainat… her yer Kıpkırmızıydı. Müziğin bitmesine yakın Tuğçe’nin  dudaklarına iyice yapışıp geri çektim kendimi. Şimdi onunda ağzı yüzü kan revan içindeydi artık. Kırmızı, kan revan yapraklarının arasından süzülüp uzaklaşırken, kulağımda hala Miserlou’nun tınısı vardı.

Karanlık sokağının köşesini döndüğümde Gültekin’i, duvarın dibine oturmuş elindeki anzarotunu kafasına dikerken gördüm.  Beni görünce ayağa kalktı. O her zaman ki sakinliği yüzünde yıllardır durduğu yerde duruyordu.

“Fena harcamışlar” dedi.

“Evet fena harcadılar”

“Canın yandı mı çok?”

“Epey”

“Yardıma gelmediğim için kızgınmısın?”

“Hayır değilim. Hem gelsen de bir şey değişmezdi”

“Olsun. Yinede gelmem gerekirdi”

“Önemseme”

“Seni beklerken çok canım sıkıldı burada. Keşke gelseydim”

“Can sıkıntısı insanı, diğer canlılardan ayıran en temel özelliğidir”

“Nasıl yani?”

“Hiç canı sıkılan bir hayvan gördün mü hayatında, yada bir ağaç, çiçek, kuş arı, zürafa…”

“Haklısın. Görmedim”

“Hayatı cehenneme çeviren bu can sıkıntısı işte. Savaşların nedeni, doğa katliamları ve daha birçok kıyımın nedeni işte bu can sıkıntısı”

“Bir şeyleri değiştirmeye çalışmamamızın nedeni de bu can sıkıntısı”

“İnsanoğlunun en büyük felaketi de bu yanılgı zaten. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmak… Bunun nedeni de tamamen can sıkıntısı. Kadın evinde otururken birden canı sıkılır ve koltuğun yerini değiştirir. Adam akşam eve geldiğinde gider yine aynı koltuğa oturur, aynı televizyonu izler. Aynı televizyonda aynı haberleri, aynı programları… her şey aynıdır aslında. Kadın belinin ağrısıyla kalır sadece.”

“Bu kadar basit yani?

“Bu kadar basit. Değiştirmek yerine var olanı korumak gerek. Her şeyden önce aklımızı”

“Şarap almaya  gidelim mi?”

“Olur” dedim. “Gidelim.”

Çarşıya çıkan dik yokuşun hemen başlarında burnuma yine o turunç çiçeklerinin kokusu geldi. Taptaze sapsarı turunç kokuyordu her biri. Gözle görünecek kadar keskin bu koku,  içimi ferahlatmaktan ziyade midemi bulandırdı bu sefer. Elimi duvara yaslayıp kusmaya başladım. Ağzımdan, burnumdan gözlerimden, insanlığımdan, her yerimden kanla karışık kusmuk akıyordu. Yokuştan limana dek akıp, denize karışıyordu. Az ötemde cılız mı cılız, çirkin mi çirkin bir kız iki gram daha enjekte edebilmek uğrana damarına, vücudunun pazarlığını yapıyordu. Adamın teklifini beğenmemiş olacak ki küfrediyordu durmadan.

“Sen o paraya git kendi ananı sik! Zararın evladı”

Denizi kusmuğumla ve kusmuğuma karışmış kanımla doldurana dek boşalttım içimi. Gültekin’le kol kola girip zar-zor tırmanmaya başladık tekrar o dik yokuşu. Az önce müşterisini def eden cılız, kolları mosmor olmuş kızın önünden geçtik. Bir iki adım uzaklaşmıştık ki bağırdı arkamızdan.

“İkinizinkini elli liraya alırım”

Durduk bir an. Ceplerimizi yokladık.

“ O kadar yok üzerimizde” dedim.

“ İyi gidin birbirinizi sikin amına kodumun sarhoşları”  dedi.

Birazdan başlayacak yağmur sadece yoldaki kusmuğu değil turunç çiçeklerinin naif kokusunu da alıp götürecekti.