Çok yakışıklı bir oğlandı vesselam. Saçları, kaşlarından daha siyah, hafif toplu burunlu, yanakları yine hafif dolgun, boyu 1,80’e yanaşık, vücudu ve vücudunun bütün uzuvları birbiriyle orantılıydı. Parmakları kalemi iyi tutar, tuttuğu gibi de iyi kullanırdı on santimlik kılıcını. Gönül vermişti saza, söze. Belliydi. Belli etmeyi de severdi. Tabi her şair gibi onun da vardı gönül yarası ya da gönül yarısı. “Güzellerin en tevafuğuna rastladım.” diye de şımartırdı zaman zaman kendini. Hakikaten de öyleydi. Yâreni de kendisi gibi siyah bir inciydi. Beline kadar uzanan siyah saçları, yeniçeri okuna eş değer, temreni çelik kirpikleri, 1,80’e uzak boyu, mim’e çalan dudakları, nun’dan kalma kaşları vardı. İsmi ise kendine dizilen tasvirlerden öte; Cansu’ydu. Oğlanın ismini söylemedim dimi? Var mıydı bir ismi! Tabi ki olacaktı. Azem’di. Bu ismi ona babası vermişti. Babasının, Türk’lere ve Türk’e ne kadar düşkün olduğunu bilen Azem, babasına sık sık kendisine neden bir Acem ismi verdiğini sorardı. Babası önceleri onun saçlarını kast ederek ve şakayla karışık; “Sen de simsiyahsın be evlat. Bana başka yol bırakmadın.” dese de sonradan en gerçekçi yalanı söyleyecekti; “Sen bir savaşın emanetisin.” Düşündüğü çok şeyin arasına babasının bu sözünü de koyacaktı. Uğraşlarının sonunda bir neticeye varamadığı için, babasının ve annesinin gerdek gecesini bir savaşa benzetecek, annesi öldüğünden, babasının onu bir emanet olarak gördüğüne karar verecekti. Halbuki babası da bilmiyordu annesinin nerede olduğunu. Hiç görmemişti. Bir subay çocuğuydu Azem. Babasının mesleğinden dolayı yıllar yılı, o şehir senin bu şehir benim gezmemişti aslında. Babası bütün şehirlerin onun olduğunu söylerdi çünkü. Bir subay disiplinliği hakim değildi çocuğunun ruhunda. Azem’in özgürlüğüne çok düşkün olmalı ki her fırsatta ona; “Yoktur aşılamayacak hiçbir sınır.” derdi. Ah Azem, asla bilemeyecekti bunun ne demek olduğunu. Bilmiyordu fakat yaşıyordu sınırların ötesinde. Çok düşünerek, çok severek, çok gezerek ve çok yazarak… Hiçbir şeyin azını kabul etmezdi zaten. Çünkü az demek, “sınır” demekti.

Beklide böyle bir metinde anlatılacaktı Azem, terhisine 27 gün kalan yedek subay eğer sepeti bulabilseydi.

Her zaman yaptığı gibi yine devriyeye çıkmıştı Aziz. Bazı şeyleri her zaman yapardı. Mesela ne zaman Kamışlı’ya baksa, “Savaş olmasa güzel şehir aslında.” derdi kendisine yüz metre kala tellerin ötesine dürbünle bakarak.  Savaş bir veba gibiydi. Sadece karşı ülkede kalmıyor, kendi ülkesine de bulaşacak oluyordu. Bu yüzden de güvenliği sağlamak için devriyeyi her zaman atmak zorundaydı neredeyse aracı tellere yapıştırarak. Her zamanki günlerden yine bir gün, aracı bir tepeciğin arkasında durdurdu karşı tarafa görüntü vermemek için. Sigara içecekti serin gecenin koynunda. Botlarını dayadı tekere, sonra sırtını soğuk zırha. Sigarasını yaktı. Müziğini açtı. Gözlerini kapattı. Derinden üfledi dumanı. “Bahçada Yeşil Çınar” çalacaktı telefonda. Tam mırıldanmaya başlamıştı ki türküyü, bir bebek sesiyle açtı gözlerini. “Bu ses de ne?” diye geçirdi içinden. Aynı anda, arkadaşlarının telefonuna bebek sesi yüklediğini düşündü. Sırıtmacık düştü dudaklarına. “Yine onların şakalarından biri olmalı” dedi. Fakat, “Ben seni gizli sevdim.” nakaratını duyunca irkildi, telefonu kıstı, müziği kapattı. Ağlayan bir bebek sesiydi artık kulaklarında yankılanan. Dikkat kesildi. Ayaklarının çamurunu çakıllara sürten şoföre “sus” işareti yaptı işaret parmağını dudaklarına götürerek. İkisi de donup kalmıştı artık. Gecenin karanlığına derin bir ağlama sesi hakimdi. Sesin ne taraftan geldiğini anlamak zor olmamıştı. Aracın sağ tarafına geçti, tellerin dibine yanaştı. Gözleri bir anda büyüdü. Hatta yerinden çıkarıp misket oynayabilirdi onlarla. Yine donup kaldı. Sesin sahibini gördüğü içindi bu seferki donukluğu. Bir Yeşilçam filmi çekilmiyordu elbet. Cami avlusuna, zengin kapısına bırakılması gereken sepetin içindeki bebek, bir ülkenin sınırına bırakılmıştı tellerin on metre ilerisinde. Ne yapacağını kestiremedi önce. Göz göze geldi şoförle. İkisi de birbirine soruyordu ne yapacaklarını şaşkın bakışlarla. Aynı bakışlar cevap da veremedi. Ama öylece bırakıp gidilmezdi. Hemen kuleyi aradı. Karşı ülkeye geçmek yasak olduğu için kamerayı kuzeye çevirmesini emretti kuledeki askere. Çünkü güneydeydi kendisi. Telleri aşıp Suriye tarafına geçecek, koşarak bebeği alacak ve karakola götürecekti. Hızlıca tellerin üstüne çıktı. Ayağını diğer tarafa atacaktı ki bir an duraksadı. Bir tuzak olabilir diye düşündü ve Türkiye tarafına geri indi. Çünkü komutanından çok dinlemişti kendilerine kurulan hain tuzakları. Kimi, Türkiye tarafına geçmek için koyun postu giyiyor, kimi, sırtına ıslak battaniye atıp sürünüyordu yine tellere doğru. Bu tuzaklara kanmayacağını gösteren askere de taciz ateşinde bulunup, sağ kalırlarsa kaçıyorlardı. Bu düşünceler çok kısa bir süre meşgul etti Aziz’in zihnini. Hemen komutanını aradı. Durumu, kısa, öz ve hızlı bir şekilde bildirip hemen bulunduğu bölgeye gelmesi gerektiğini söyledi. Komutanı iki dakika içerisinde geldiğinde Aziz, yanından hiç ayırmadığı, boynunda asılı olan  monokülerle etrafı tarıyordu. “Nerde?” dedi komutanı. Tellerin on metre ilerisini parmağıyla işaret etti Aziz. Sert bir mavi bakış vardı komutanının iki kaşının altında. Oradan da hiç eksik olmazdı. İki dudağını içeriye gömerek düşündüğünü belli etti komutanı. “Kuleyi ara, kamerayı kuzeye çevirsin.” dedi. Demek ki vicdan denen şey dünyada tekti. “Aradım komutanım.” dedi Aziz. Neden ben emir vermeden aradın dermişcesine bir kızgınlık ve iyi ki aradın der gibi bir tebessüm karışımı bakış attı komutanı. Ne yapıp edip o çocuğu oradan almak lazımdı. Aziz, “Komutanım ben almayı düşündüm ama tuzaktır diye vazgeçtim.” dedi. “Aferin!” dedi komutanı tok bir sesle. Hemen ardından “Araçtan kancalı ipi getir.” diye emir verdi şoföre. “Yapılacak iş kolay. Kancayı, sepetin kenarına takabilirsek kendimize çekeriz. Hem tuzak olup olmadığı da anlaşılır.” dedi komutanı. “Ben takarım.” diye çıkıştı Aziz. Hiç beklemeden tellerin üstüne atıldı. Komutanının “Hayır!” sesi Aziz’in sol bacağını diğer tarafa atarken yakaladı. “Biri görürse seni vurabilir. Olduğumuz yerden beri sallayarak takacağız kancayı sepete.” Aziz ikinci defa kendi topraklarına atlamıştı. Ama bu da tehlikeliydi. Kanca eğer dikkatli atılmazsa, bebeğe denk gelebilir, onun bir tarafını sakatlayabilirdi. Orada bulunan herkes defalarca denedi kancayı sepete takmayı ama hiçbiri başaramıyordu. Çünkü içlerinde bebeğe zarar verme korkusuydu onları bu başarısızlığa sürükleyen. Ya uzak yanına atıyorlar ya da hiç yaklaştıramıyorlardı sepete. Mesafe kısaydı ama endişe ve korku oldukça uzun. Aziz, komutanının gözlerinin içine öyle bir baktı ki, komutanı anlamıştı ne demek istediğini. “Tamam.” dedi komutanı. “Ben senin geri emniyetini sağlarım. Telleri hızlıca aşıp kancayı sepete takacaksın. Hiç beklemeden sürünerek geri geleceksin.” Cevabını taa cümlenin başında hazırlamıştı Aziz: “Emredersiniz komutanım.” Telleri hızlıca aşıp, sürünerek sepete doğru ilerlemeye başladı. Sepetin yanına vardığında bebeğin ağlaması kesilmişti. “Az kaldı.” dedi Aziz. “Birazdan seni kurtaracağım.” Kancayı sepete taktı. Geriye dönüp tam gidecekti ki eski bir örtüden yapılmış kundağın arasında bir kâğıt parçası gözüne ilişti. Komutanı hiç beklemeden gelmesini emretmişti. Kağıdı çevik bir hareketle alıp gömleğinden içeriye attı ve sürünmeye başladı ülkesine doğru. Yine bir “Aferin!” çekti komutanı. İpi yavaşça çekmeye başladı. Herkes meraklı ve heyecan verici bir katılıkla izliyordu olanları. Aziz’in yüreği yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu ve zihni yine rahat durmuyordu. Neler kurmadı ki orada, o katılığın ardında. Bebeği kurtarmış, onu okutmuş, belki de hiç evlenmeden babası olmuştu o sepettekinin. Göz kapaklarını seri bir şekilde hareket ettirip kendine geldi. Olaya kilitlenmesi gerekiyordu. “Kurtulacaksın.” diye sürekli tekrar etti içinden. Sepet, yerinden daha otuz santim oynamıştı ki büyük bir patlamayla herkes kendini yerde buldu. Artık bütün duygular birbirine karışmış, ardı arkası kesilmeyen bir fırtına gibi hücum etmişti kalplere. Aziz, toprağa yüzükoyun uzanmış bir vaziyetteydi. Çenesini toprağa dayadı. Sepetin olduğu yöne doğru baktı. Öldü diyemedi belki de ama “Sepet kayboldu.” diye haykırdı. Sınırdan geçememişti bir yaşam. Aceleyle gömleğinin içinden kâğıdı çıkardı. Kan çanağı olan gözleri, bir kelimelik mektubu zar zor okuyabildi. “Azem.”

PAYLAŞ
Önceki İçerikDerdim Var Sanatımdan Büyük-1 (Vincent Van Gogh)
Sonraki İçerikKafkas Tebeşir Dairesi Tiyatro Oyunu
Şaban Taş
1991 SAMSUN doğumluyum. Ali Fuat Başgil Anadolu Lisesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunuyum. Askerliğimi 2015-2016'da MARDİN/Nusaybin'de yedek subay (Karakol komutanı yardımcısı) olarak yaptım. Yaklaşık 10 yıldan beri, özellikle şiir olmak üzere, edebiyat ve sanatla ilgileniyorum. Üniversite hayatımda tiyatro ekibine dahil olarak birçok turneye katıldım. Turgut UYAR'ın; "Şiir, hevesle başlanan fakat daha sonra ciddiye alınan bir iştir." ifadesi benim şiire karşı bakış açımı etkileyen en önemli cümledir. Memleketimde özel bir okulda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmaktayım. Yakın zamanda "SAFRAN" adlı kitabımın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

2 YORUMLAR

  1. Sevgili komutanim. Vatan borcunuzu kusursuz ve vatan sevgisi icinde yaptiginiz bi gerçektir. Simdi bi edebiyatci olarak bana kizacaksiniz Vatan borcu yapmakta ne diye. 🙂 Umarim ömrünüz boyunca kendiniz gibi vatan askiyla tutusan gençler yetistirirsiniz. En kisa zamanda ziyaretinize gelicem. Saglicakla kalin..

    • Sevgili askerim, amacımız bu topraklara hizmet etmektir. Tabi şahsi olarak değil bir millet olarak. Ben teşşekkür ederim duyarlı olduğun için. Kapım her zaman açıktır. Bu arada sana kızmadım. Sadece gelince biraz sürüneceksin o kadar 😉