Kaplumbağa kabuğu çalan adam; her gün aynı sokakta, hep aynı saatlerde birbirinden çok farklı ritimlerle vuruyordu bağdaş kurduğu bacaklarının üzerindeki itina ile parlaklığını koruduğu kaplumbağa evine. Müziğinin dinleyicileri de her geçen gün azalmak bilmiyordu. Yaptığı iş kadar, sorulan soruları cevapsız bırakmasıyla da ünlenmişti. Buna rağmen, nazik davranışlarıyla çevresindekilerin sempatisini kazanmıştı.

Beş yıl önce geri dönmemek üzere çıktığı uzun bir yürüyüşte, kendini insanlardan uzak bir tepede, rüzgarın pürüzsüzleştirdiği iri bir kayanın üzerinde oturur bulmuştu. Yorgunluğu, yavaşça bedenini ele geçirip huzursuz bir uykunun kıyısına fırlattı. Göz kapaklarının altında gözleri çırpınırken, çok büyük ve çok yaşlı bir kaplumbağa, ayak başparmağına hafifçe dokunarak kısa süreli uykusundan onu uyandırmıştı. Bir an için göz göze gelmişler, heybetli yaratık yavaşça gözlerini kapatmış ve bir daha hiç açmamıştı.

Ne yapacağını bilemediği için çıktığı bu yürüyüş, onu bu olayla daha da açmaza sürüklemişti. Sabit bir şekilde oturup gözlerini kaplumbağaya dikti. Bu yemyeşil yaratık görüşünü tamamen kaplayana kadar baktı saatlerce. Sonra bir an, hayvanın kabuğunun ne kadar güzel olduğunu düşündü. Elleri istem dışı hareket etmeye başlamış, kabuğun içinde yaşayanın hayatını yansıtan pütürlerinde parmak uçlarını gezdiriyordu. Bunca yıl yaşamış olmak böyle bir şeydi işte, pütürlü. Kaplumbağanın artık ona ihtiyacı kalmadığından adam kabuğu kendi için aldı. İçini temizleyip dış yüzeyini elinden geldiğince etrafta bulduğu taş ve yapraklarla parlattı. Sonra parlaklığına bakarak daha da güzel olduğunu düşündü.

Uzun zamandır hissetmediği bir neşe hissediyordu. Yıllardır ilk kez gülümsedi. Etrafına bakındı ve gökyüzünün mavi olduğunu neredeyse unutmuş olduğunu keşfetti. Kuşlar onun için yeniden cıvıldıyor, rüzgar ilk kez yüzüne dokunuyor gibiydi. Farkında olmadan parmak uçlarıyla kabuğu hafif hafif tıpırdatmaya başladı. Kuşların ötüşüne göre ritm tutuyor, yaprakların hışırtısıyla ritmi harmanlıyordu.

Zaman geçtikçe yaptığı şeyi sevmeye, sevdikçe tıpırtılar müziğe dönüşmeye başladı. İçinde bir yerlerde çok derinlere gömülmüş yaşama sevinci filizlendi usulca, kendini belli etmeden. Kaplumbağa kabuğunu  sırtına bağlayıp yürümeye devam etti. Kabuk, tıpkı bir kaplumbağa gibi sırtında yük yapmıyor, kendi vücudunun parçasıymışçasına adamla birlikte yol alıyordu.

Yönünü kente çevirmemişti ama yine de buradaydı. İnsanları yeniden görmeyi beklemiyordu. Bu yüzden aralarına girince ne yapacağını şaşırdı. Eli ayağına dolandı ve yürüyemeyecek duruma geldi. Kalabalık caddenin gölge bir köşesine çökerek kabuğunu kucağına aldı. Oturduğu gölgelik dut ağacına ait olduğu için arada bir üzerine meyvelerini bırakıyordu. Kaplumbağa kabuğunu çalan adam, müziğe kendini kaptırmış, arada bir üzerine dökülen dutları yemek dışında ara vermeden hava kararana kadar müzik yapmaya devam etti.

Nihayet kafasını kaldırdığında, etrafını saran kalabalık onu alkışlamaya başladı. Herkesi büyülediğinden ve müziğinin yaşama sevinci dağıtan gücünden habersiz adam, yine ne yapacağını bilemeyerek ona ışıldayan gözlerle bakan kalabalığa yarım yamalak gülümsedi.

O günden itibaren o civarda yaşamaya ve her gün, ister yağmur yağsın ister kar, aralıksız her gün sabahtan akşama kadar kabuğunu çalmayı sürdürdü. O günden beri geçen beş yıl içinde kimseyle pek konuşmadan yalnız kabuğunu çalan adamın müziği her yıl daha da güzelleşerek, kendinden habersiz ününü dünyaya yaydı.

Şimdi, dünyanın merkezi sayılan ve bağımsızlığın ismiyle anılan caddeye giderseniz; bir köşede, yarım bıraktığı gülümsemesiyle parmaklarını tıpırdatan yolcuyu dinleyebilirsiniz.