Bir yerden ayrılınca arkasında hiçbir şey bırakmayanlardanım. Özlemeyi bilmeyenlerdenim. Bu şehre alışmam zaman almadı. Denizse deniz, ağaçsa ağaç, topraksa toprak… Dünyasını sırtında taşıyanlardanım.

Benimle birlikte Eylül de geldi buraya. Ve ben sonbaharın kızıl yeleli atına binmiş, şehrin sokaklarında amaçsız dolaşıyorum… Sabahın bu ilk saatlerinde sokaklarda caddelerde tek tük insanlar var. Bazen önümden sarışın bir kedi geçiyor, seni hatırlıyorum. Sen sarışın kedileri severdin. Bir de güneşin sarışın aydınlığını… Eylül’ü severdin. Eylül, incecik parlak gözleri olan sarışın bir kadındır, derdin. Senin sevdiğin her şey var burada. Sokaklardan geçiyor sarışın kediler. Şehir, güneşin sarhoş eden o ilk aydınlığında, zamanın dışında savruluyor. Eylül, yağmurdan saçlarının arasında tutuşmuş sonbahar

Yürüyorum rüzgâr saçlarımın arasından usulca geçiyor. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz o istasyon kasabasından usulca geçiyor. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz o istasyon kasabasında sabahları böyle bir rüzgâr eserdi. Uzun saçlarımız rüzgârda savrulurdu. Sonra bir tren geçerdi. Trenin uğultulu rüzgârı karışırdı sabah rüzgârına. Biz, trendeki insanlara el sallardık. Büyümek isterdik. Trenlere binmek, uzaklara çok uzaklara gitmek… Büyüdük, savrulduk fark etmeden. Hayat bizi uzaklara, çok uzaklara fırlatıp attı. Gittiğim her yere o rüzgârı götürdüm ben, Eylül’ ü götürdüm. Sen o rüzgârı hatırlar mısın? Senin gittiğin şehirlerin kurşuni Eylül sabahlarında böyle rüzgârlar eser mi?

Ahh! Eylül, çocukluğun deli rüzgârı…

Güneş, kızıl-sarı bir sarhoşluğun ardından yavaşça kendine geliyor. Ağaçların bazıları çırılçıplak sunmuşlar kendilerini güneşe ve rüzgâra. Bazılarının üstünde hüzünlü yapraklar alevli gölgeler gibi sallanıyor. Ağaçlar Eylül’ün sevgili kızlarıdır. Eylül, kendi rengine boyar onları. Alev alev yanar ağaçlar. Ben de onlarla yanarım gitgide… Yandıkça çoğalırım. Her bir parçam büyür, büyüdükçe yanarım…

Yolun karşısında yaz günahlarından, yapraklarından arınmış bir çınar ağacı var. Bu şehirde öyle çok çınar ağacı var ki… Ağaçlar güzel, ama ben ağaçları nisanda severim. Gelinliklerini giyinmişken, tepeden tırnağa çiçek kesilmişken, neşe doluyken severim. Sen ağaçları Eylül’de severdin. Alev alev yanarken severdin. Bazen yaz biterken, herkes kasabaya döndüğünde, evimizin bahçesindeki çınara salıncak kurardı babam. O zaman benim yüzümde o çınar da her şeyden de herkesten de büyüktü babam. Kocaman elleriyle tutardı beni. Salıncaktayken gülerdim. Kan kırmızı gülerdim. Babam gülerdi ben gülerken. Eylül geçerdi üstümüzden. Yüzüme yapraklar düşerdi. Yağmurlar düşerdi. O zaman işte her şey bu çınar ağacıydı. Her şey babamdı. Gülerdim, deli gibi pervasız. Uçardım, uçardım… Kanatlarımın altında o en özgür Eylül. Sen o ağacı hatırlar mısın?

Ah Eylül, babamın güven dolu sesi ve çocukluğun bitmeyen gülüşü…

Ben yürürken insanlar çoğalıyor, kediler azalıyor sokaklarda. Caddelerden arabalar geçiyor. Yumuşacık bir yağmur başlıyor. Saçlarım ıslanıyor. Ürperiyorum. Damla damla Eylül akıyor kaldırımlardan. Saf, berrak, yalın ve yalnız. Eylül ne kadar da yalnız. Issız. Benim kadar, senin kadar, herkes kadar yalnız. Yazın o uzun aydınlığını öldürüyor zehirli öpüşüyle, getirdiği yalnızlığı dağıtıyor şehre. Her geçen gün artıyor yalnızlığım. Her geçen gün bir şeyleri daha yitiriyorum. Kaybettiklerim için ağlamıyorum ben. Ama Eylül ağlıyor benim için. Yağmur yağıyor.

Yağmur yağarken korkardım eskiden. Bir de geceyse yorganımın altında titrerdim. Sonra annem gelirdi yanıma. Sıcacık dokunurdu bana. Anneme sarılırdım. Nedensiz ağlardık. Annem masal anlatırdı bana sessizce. Uyurdum ve sonbahar rüyalarının içinde kaybolurdum. Uzun, karışık ama aydınlık rüyalar. Annemin sesi karışırdı rüyalarıma. Sen o rüyaları hala görüyor musun? Senin gittiğin şehirlerde sonbahar yağmurları yağarken aklına geliyor mu rüyaların?

Ah! Eylül, annemin sıcacık eli ve uzun aydınlık rüyalar…

Yağmur hızlanıyor, insanlar çoğalıyor. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir papatya görüyorum. Çiçekler Eylül’ de ne kadar da şaşkın oluyor, hiç fark ettin mi? Güneşin baş döndüren aydınlığını içiyor ama ısınmıyor. Şaşırıyor papatya, daracık yerinde sallanıyor. Yağmur yapraklarından süzülüyor. Ömrünün son demlerini yaşayan bir insan olgunluğuyla öylece bekliyor Eylül’ün üstünden çekilmesini ve ölümü…

Okula gittiğim ilk haftayı hatırlar mısın? Sen bana papatyalar toplamıştın okulun bahçesinden bana. O sıralar Eylül yeni alınmış kitap kokardı, tasasız çocuk sesiyle konuşurdu, sınıflara doluşurdu. Eylül o sıralar papatyanın sarısındaydı.

Senin gittiğin şehirlerde de papatyalar kaldırım taşlarının arasına mahkûm mu? Her papatya yaprağıyla sen de dökülür müsün?

Ah, Eylül, kitap kokusu ve ilkokul bahçesinde papatya yaprağı.

Eylül çiçeklerinin en güzeli ortancalar… Kaldırım tükeniyor ayaklarımda, merdivenli bir sokağa çıkıyorum. Hepsi birbirinden apayrı ama hepsi kardeş evler, merdivenin iki yanına gittikçe daha dik sıralanmış. Hepsinin de küçük bahçelerinden, pencerelerdeki saksılardan, mor, beyaz ve en çok da mavi ortancalar fırlamış. Eylül çiçeklerinin en güzeli ortancalar… Bu evler, bu köpürmüş ortancaların kucağında ne kadar uysal ne kadar dingin… Bu evlerin balkonlarından merdivenli sokağa bakan kadınlar ne kadar ümitli hayattan. Belki şu kırmızı saçlı kadın-ki saçları Eylül kırmızısı- bir şeyler bekliyor ihtimal, bir apartman dairesine taşınmak istiyor. Acaba buradaki kadınlar biliyorlar mı onlara bu dinginliği ancak burası veriyor.

Eylül, hüzün doğuran, ümit emziren kadın…

Merdivenlerden çıkıyorum, saçlarım hep ıslak. Düşen yağmur damlaları merdivende parçalanıyor. Kimileri ortancaları okşuyor yumuşacık dokunuşlarla. Merdivenler bitiyor. İki yanı boş bir düzlüğe çıkıyorum. Bisikletli çocuklar geçiyor yanımdan, hepsi de heyecanlı. Bir şemsiyenin altına sığınmış iki kişi, gülüyorlar, öyle güzel gülüyorlar ki ben de gülüyorum. Kız, kıpkırmızı bir elbise giymiş. O kadar güzel ki bu güzellik insanı öldürebilir. Bu iki sevgili içimde bir yerleri acıtıyor, kanatıyor. Onu düşünüyorum, O ıslak sokakların iflah olmaz çocuğuydu. Kumral saçlarının arasında parlak ışıltılar taşırdı. Öpünce sıcak öperdi, öyle sıcak öperdi ki dudaklarım yanardı. Varlığım erir, küçülürdüm kollarında. Eylül’ ün yağmurlu sokaklarında, okul çıkışlarında. Elim onun elindeyken güvendeydim. Eylül rüzgârlarıyla, yağmurlarıyla yanımızdaydı. O, bana mavi ortancalar alırdı çiçekçilerden, sevinirdim. Rüzgâra bırakırdım kendimi ve onun öperdim. Dudaklarım yanardı yine öperdim.

Ah, Eylül, mavi ortancaların sevinçli buğusu ve liseli sevgilinin acıtan hayali…

Bu şehrin en çok sokaklarını seviyorum. Her sokağın bitiminde deniz doluyor içime. Önce senin kokunu duyuyorum. Sonra büyüleyen mavisi gözlerimde çoğalıyor. Ayaklarım denize inen daracık yolda hızla ilerliyor. Düşen damlalar denizde ölüyor. Sahilde yavaşça yürüyen insanlar… Kumlar soğuk, yine de ayakkabılarımı çıkarmak, koşmak istiyorum. Deniz, Eylül’de en güzel mavisini gösteriyor. Koyu, serin, unutmabeni çiçeği mavisi. Deniz uzuyor, çoğalıyor, büyüyor. Bütün hayatım deniz oluyor, ağlamak istiyorum, denizler gibi serin ağlamak. Ah, Eylül, denizin koyu ve serin mavisi…

Deniz kenarındaki balık lokantalarından birinde oturuyorum. Bir kalkan balığı istiyorum. Eskiden yaz bitiminde, Eylül’ün ilk haftası, babam amcamla dereye balık tutmaya giderdi. Biz evde beklerdik. Üzülmeyelim diye göndermezdi bizi annem. Akşam balıkları pişirirdik. Hayatımda yediğim en güzel balıklardı. O zamanlar ne çok gülerdik. Sen gülerdin, babam gülerdi. Annem hep telaşla gülerdi. Bu yediğim balığın yolu hiç geçmemiştir o dereden, yine de güzel. Eylül akşamlarında yediğimiz balıklar gibi zilzurna neşe…

Sen gittiğin şehirlerde, böyle her balık yiyişinde, o akşam balıklarını hatırlar mısın? Hala öyle güler misin?

Ah, Eylül, o çok güldüğümüz akşam yemekleri…

Lokantadan çıktım, yağmur dinmiş gibi. Bulutlar hızla geçiyor. Sokaklar ıslak, insanlar ıslak; dudaklarım, gözlerim ıslak. Koşan, yürüyen, gülen bağıran insanların arasından geçiyorum. Bu insanlar bilirler mi ne kadar birbirlerine benzediklerini? Ne kadar Eylül’e benzediklerini. Feribota biniyorum. Serin demirlere koyuyorum ellerimi, denizin kokusunu içime çekiyorum. Martılar denize değiyor. Feribot uzaklaşıyor. Böyle zamanlarda hep bir martı olmak istiyorum. Bir martı olmak… Uçmak ve kanatlarımın altından denizler geçirerek o istasyon kasabasına gitmek. Kasabadan göç zamanı kuşlar geçerdi, kırlangıçlar… Nisanda gelirlerdi, ama biz gidişlerini izlerdik Eylül’de. Biz de gitmek isterdik kuşlarla…

Senin gittiğin şehirlerde böyle kuşlar var mıdır?  Kuşlarla gitmek ister misin sen de?

Ah, Eylül, göç yollarında kuş sesleri…

Feribottan iniyorum. Gülümseten bir sarhoşluk var üzerimde. Öylece duruyorum. Şehre bakıyorum. Denize bakıyorum. Eylül’e bakıyorum…

Eylül, ağaç, yaprak, tat, koku, buğu, şarkı, şiir…

Eylül, çocukluğun saf gülüşü, çocukluğun kendisi, çocuk…

Eylül, ilkokul bahçesinde papatya beyazı, kitap kokusu…

Eylül, biraz hüzün, biraz ümit… Eylül, annemin dokunuşu… Babamın sesi…

Eylül, aşk, kan kırmızı öpmek, tutuşmak…

Eylül, denizin unutmabeni çiçeği, balık, kuş, ortanca…

Eylül, biraz mavi, biraz kırmızı…

Biraz sıcak, biraz serin…

Eylül, şehir, şehrin ruhu…

Eylül, deniz kıyısı kentlerin kadınları…

Eylül, biraz ben ve mutlaka sen…

Eylül, unutmadan özlemek seni… !

PAYLAŞ
Önceki İçerikİKSV Staj ve İş İmkanları
Sonraki İçerikLara Fabian – Çeşme Konseri
Sedat Doğan
Sedat Doğan; 08.05.1972’de Niğde’de doğdum. İlkokul, ortaokul ve liseyi aynı şehirde bitirdim. 1995’te KTÜ-Fatih Eğitim Fakültesi-Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmenliği’nden mezun oldum. Özel dershanelerde ve özel okullarda Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yaptım. Makale, gezi yazısı, anı, deneme, öykü, fıkra vb. hemen her alanda yazmaktayım.

2 YORUMLAR