Ebu’l Âlâ’nın Ütopyası

Gözlüklerinin camını silerken bir yandan da hastasını izliyordu Josephus Romin. Hasta yine dalmıştı. Sesli bir şekilde ‘’Bay Montague, evet, sizi dinliyorum.’’ diye seslendi. Böyle seslenmesi zorunlu oluyordu. Montague’nin 12. seansıydı  bu, istisnasız her seansta böyle olurdu. Josephus Romin bazen bozuk bir televizyonu çalıştırmak istercesine vururdu hastanın omzuna hafifçe, bazen de yüksek sayılabilecek bir desibelde bağırırdı.

Hasta irkilerek şaşkın gözlerle Josephus’a baktı. ‘’Affedersiniz bay Josephus.. Evet.. Ne diyordum ben en son?’’ Bu kaçıncı unutuşuydu hastanın. Önceki cümlesini dahi hatırlamakta zorluk çekiyordu. Josephus terapinin devamı için hastayı konuşturmakta ısrarlıydı.

“Çocuk yapmama kararına nasıl vardığınızı anlatıyordunuz. Bu kararı eşinizle birlikte mi aldınız?”

Hastanın bakışları dalgındı, Josephus’un yüzüne bakıyordu ama duyduklarını anlayıp anlamadığı yüzünden seçilemiyordu.

“Ah, evet.. Çocuk yapma.. Bu kararı eşimle birlikte mi aldık.. Hayır.. Yani önce hayır ama sonra evet..’’ Josephus sabırlı davranmaya devam etti. ‘’Bunu biraz daha açar mısınız bay Montague?”

“Gençliğimde bir Arap düşünürün babasını imâ ederek sarf ettiği bir vecizini okumuştum bir kitapta. Çocuk yapmamayı düşünmemin başlangıcı olmuştu o kitap ve o düşünür.”

Josephus söylediklerine dikkat kesildi. Demek bu adam kitap da okuyordu.. Üstelik binlerce kilometre ötedeki bir coğrafyadan birinin kitabını.

“Kimdi o bay Montague? Ve sizin bu kararı almanıza neden olan cümle neydi?”

‘Kim miydi.. Uzun bir ismi vardı bay Josephus.. Hay Allah, eski Arap düşünürlerinin çoğunun ismi uzundur zaten değil mi? Tüm soyağaçlarını isimlerinden öğrenebilirsiniz. Umarım ismini yanlış hatırlamıyorumdur.. Immhh…’’

Montague uzun bir ‘’ımmhh’’ çektikten sonra isim ağır ağır, tane tane döküldü dudaklarından; “Ebu’l Âlâ el-Maarrî

Josephus şaşırmıştı. Acaba durum sandığı gibi kötü değil miydi? Montaugne’nin psikolojik rahatsızlığı ona has bir şey değildi. Aksine son 50 yılda tüm dünyada nüfus hızla düşerken, erken yaşta Alzheimer, şizofrenik davranışlar, depresyon, anoreksi ve anksiyete rahatsızlıklarda yükselme meydana geliyordu. Hükümetler ise ciddi bir çalışma yürütmüyordu bu soruna karşılık.

Josephus Romin, Montague’nin söylediği ismi not etti. Daha sonra etraflıca bakardı. Montague’yi konuşturmaya devam etti. ‘’Ne diyor peki bu Arap düşünür?’’

Montague eliyle alnındaki teri sildi. Gözleri yere bakıyordu. “Beni dölleyenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek.”

Montague kafasını kaldırmadı. Yine daldı.. Josephus gözlüklerini çıkardı. Sonraki seansta devam ederlerdi artık. Montague’yle sonraki seansı Perşembe günüydü, 2 gün vardı daha. Zaten 4 dakika kalmıştı terapinin bitimine. Montague bugünkü son hastasıydı Josephus’un. 28 hasta ediyordu böylece. Dün de 32 hasta gelmişti. Talep gün geçtikçe artıyordu ve Ulusal Psikoloji Dairesi tüm eyaletlerde Tıbbî Etik Komiteleri’nin sayısının artırılması için hükümete rapor üstüne rapor yolluyordu.

Josephus masasındaki gözlüğünü, cep telefonunu ve okuduğu “Düşlerin Yorumu” kitabını çantasına koydu. Montague’nin başında dikildi ve hafifçe dokundu koluna “Bay Montague, isterseniz çıkabilirsiniz. Perşembe günü görüşmek üzere.” Kapısını açtı, muayenehanesinin salonunda yardımcısı Leo’ya ‘’Sen de çıkabilirsin Leo. Yarın görüşürüz.’’ deyip çıktı. Kliniğin bahçesindeki beyaz 052 Mozaic marka arabasına doğru giderken telefonu çaldı. Çantasını açtı, arayan Karta’ydı. Karta’nın sesi durguncaydı:

“Selam, bu akşam ne yapıyorsun?”

Daha dün görüşmüşlerdi Karta’yla. Gümüş renkli saatine baktı, 19:12’yi gösteriyordu.

“Bir planım yok. Eve gidiyordum ben de. Neden sordun?”

“Görüşünce anlatırım. Ben Yuks and Duşu’dayım. Seni bekliyorum.”

“Tamam, 15 dakikaya orada olurum ben de.”

Josephus telefonu kapatınca tekrar saatine baktı. Otomobile girdi ve aracı çalıştırdı. Yol boyunca Karta’nın ne söyleyebileceğini düşündü. Dünkü konuşmalarında yarım kalmış, yahut ters bir şey yaşanmamıştı.

*

Yuks and Duşu, balıkçı teknelerinin demirlendiği  ve balıkçılardan başka neredeyse hiç kimsenin de uğramadığı bir balık lokantasıydı. Akşama doğru tüm deniz güneşin batışıyla portakal rengine bürünürdü. Balıkçılar avdan döner, yorgunluklarına bir de akşamın sessizliği eklenince tuhaf bir durgunluk olurdu. Deniz ölü gibi olurdu, öyle ki karıncalar su içerdi.

Josephus otomobilini Yuks and Duşu’nun arkasına park ettikten sonra Karta’ya doğru yürüdü. Karta oturmuş kitabını okuyordu. Kitaba daldığı için Josephus’u fark edemedi. Josephus kulağının dibinde parmaklarını şıklatınca irkildi Karta Make.

“Geldin mi? Geç otur.”

Josephus’un masaya geçmesiyle Osman bitti yanlarında. Osman Rizeli’ydi. Hem balıkçılık yapıyordu hem de bu balık lokantasının sahibiydi. 38 yıl önce tüm dünyada sınırlar kalkınca o da Rize’den kalkmış önce kuzeydeki Rusya’ya gelmişti. 10 yıl kadar burada, Anapa kentinde yaşadıktan sonra yolculuk serüveni ABD’de nihayet bulmuştu. Osman’ın hayâlinde Norveç’e gitmek vardı hep. Türkiye’de yaşadığı yıllarda TV’de Neutrogena el kremi reklamlarında oynayan Norveçli balıkçıları görmüş, hayran kalmıştı. Zaten o gün bu gündür Neutrogena kremlerini de eksik etmemişti yanından. Norveçli balıkçılar da sık kullanırdı bu kremi. Bir de Neutrogena’nın telaffuzunda Osman’ı hoş eden bir yan vardı ve ‘’nötrocina’’ demeyi pek severdi.

İşte yine her zamanki gibi sipariş almaya gelmişti Osman. Baş parmaklarını pantolonunun arasına sıkıştırmış, diğeriyle de darbuka çalıyormuş gibi hızla hareket ettiriyordu.

“Evet beyler, ne vereyim size?”

Karta sipariş için Josephus’un gelmesini beklemişti.

“Deniz bugün neler verdi sana Osman?”

“Bol miktarda Barbun var. Bir de Ramazan koca bir Somon yakaladı bugün. Çoğunu biz erittik, biraz kaldı. İsterseniz közleyeyim?”

“Sen bize Barbun getir Osman. Yanında da soğuk birer bira.”

“Okey!”

Osman parmaklarını oynata oynata uzaklaştı yanlarından.

Josephus iyice yerleşti sandalyesine. Çantasını yanındaki boş sandalyeye bıraktı. Karta’nın elindeki kitaba uzandı, kapağına baktı. Montesquieu’nun Kanunların Ruhu Üzerine kitabını okuyordu.

“Bu kaçıncı okuyuşun be adam!”

“20 vardır.”

“İyi, aferin. Eee, neden çağırdın beni?”

Karta gözlüğü çıkardı masaya bıraktı. Burnunu ovaladı.

“Bak Josephus, sanırım psikolojik rahatsızlıkların neden son 50 yılda tüm dünyada çığ gibi yükseldiğini buldum?”

Şaka mı yapıyordu bu adam? Bunun için mi çağırmıştı yani?

“Karta ne demek bu? Neyin var senin oğlum ? Beni özlediğin için çağırdığını söyleseydin güle-oynaya gelirdim zaten. Böyle aptalca bir laflaşmadan daha iyi bir gerekçe olurdu en azından. Hem ‘buldum’ ne ayrıca? Ortada ‘bulunacak’ ne var?”

Karta tekrar taktı gözlüğünü. Konuşma boyunca en az 10 defa çıkarır takardı.

“Önce bir dinle beni be adam! İki hafta önce Toplum Sağlığı Merkezi olarak 12 fabrikada toplam 752 işçi üzerinde bir anket yaptık. Sonuçlar bugün ulaştı elimize. Buna göre toplam 612 kişi psikolojik rahatsızlıkları için ilaç kullanıyor. Geri kalan 140 kişi ise yakın dönemde bu ilaçlardan kullandığını fakat artık bıraktıklarını söylemişler.”

Josephus’un buruşuk alın derisi yavaşça gevşedi. Çünkü kendi muayenehanesine gelen hastaların da büyük bölümü fabrika işçilerinden oluşuyordu. Bu işçiler ekonomik olarak oldukça düşük ücrete ve kötü şartlarda çalışıyorlardı. Buna karşın psikoterapi vizite ücretleri çalıştıkları fabrika tarafından karşılanıyordu. Josephus aklındaki bulanıklığı dağıtmak istedi:

“Peki bu sadece bu eyalet için mi geçerli Karta?”

Karta gözlüğünü çıkarıp yanıtladı:

“Biz bu anketi sadece kendi eyaletimiz için yaptık fakat sonuçlar böylesine vahim çıkınca iyice işkillendim ben. Bugün seni aramadan önce şehir kütüphanesine uğradım. 2012 yılında, yani 40 yıl önce Amerikalı bir anket şirketiyle Türk bir anket şirketinin ortaklaşa yürüttükleri anket sonucuna ulaştım. Üstelik anket 17 şehirde olmak üzere toplam 20.400 kişiyle yapılmış. Ankete katılanların %87’si psikolojik rahatsızlıklarından dolayı ilaç tedavisi gördüklerini söylemiş. Bir dönem ilaç alıp bırakanların oranı ise %5.”

Konuşmasına devam edecekti ki iki elinde iki tabakla masalarına doğru gelen Osman’ı gördü. Ardından garsonu tepside iki bira şişesiyle takip ediyordu onu.  Osman tabakları masaya koydu, garsonun tuttuğu tepsiden de biraları alıp önlerine bıraktı.

“Afiyet olsun beyler” deyip baş parmaklarını pantolonuna sıkıştırıp ayrıldı yanlarından.

Josephus koca bir yudum aldı biradan. Karta’yı dinlerken bir yandan da söylediklerini zihninde tartıyordu. Karta, mavra atacak biri değildi. Roma Üniversitesi’nde öğrenci olduğu zamandan bu yana tanırdı Karta Make’yi. Karta’nın branşı sosyolojiydi. Doğu toplumlarının tarihini, kültürlerini çok iyi bilirdi. Uzun yıllar Ulusal Göçmen Uyum Projesi’nde görev aldıktan sonra 2042 senesinde kurulan Toplum Sağlığı Merkezi’nde işe başlamıştı. Bireysel değil, toplum sağlığı.. Tam da Karta’lık bir işti.

Josephus, Osman’ın getirdiği balıkları çatalladı. Osman balıkları kendi üsûlune göre pişirirdi. Balığın cinsi mühim değildi, Osman’a göre hepsinin buğulaması yapılabilirdi. Balıkları öyle pişirirdi ki Osman, pamuk gibi yumuşacık olurdu. Ağızda erirdi adeta. Önce balık boğazdan aşağı yüzercesine kayar, ardından balığın dudakta kalan tuzu soğuk birayla karışıp peşi sıra inerdi boğazdan aşağı. Yutkunmakta hiç zorlanmazlardı.

“Peki” dedi Josephus, “Verdiğin istatistikler gerçekten çok ciddi. İyi de bunun sebebini nerede aramak gerekiyor? Yani bu insanları bu ilaçları kullanmaya iten gerekçeler neler?”

Karta birasından büyük bir yudum daha aldı. Biranın köpükleri bulaştı bıyıklarına, elinin tersiyle sildi.

“Birtakım düşüncelerim var. Umarım bu kadar korkunç değildir. Elime geçen anket sonuçlarını bir bütün olarak doktor dostum Alex’e  yolladım. Niye yolladım inan bilmiyorum ama yolladım işte.”

“Şu İtalyan olan mı?”

“Hay yaşa! Evet o.”

Josephus’un muazzam bir sima ve isim hafızası vardı. 2 dakika görüp konuştuğu bir insanı kolay kolay unutmazdı. Herkesin herkesleri unuttuğu, nörolojik hastalıkların gün geçtikçe arttığı bu deliler çağında Josephus’un bu meziyeti arkadaş çevresinde sıklıkla dillendirilirdi. Alex’i de 3 ay önce Karta aracılığıyla tanımıştı. Yine Yuks and Duşu’da randevulaştıkları bir gün Karta Make yanında Alex ile gelmiş, Josephus belli etmese de buna fena halde bozulmuştu. Tanımadığı bir insanla tüm akşamı geçirecek olma düşüncesi Josephus’u rahatsız etmiş, fakat Alex’in konuşmalarını dinleyince bu düşüncesinden çabucak sıyrılmıştı. Onun meslekî yetkinliğine hayran kalmıştı hatta.

“Eee, ne dedi peki Alex?”

“Bu ‘şıp’ diye söylenecek bir şey değil Josephus. Alex’e maille gönderdim anket verilerini. Sanırım yarın bir geri dönüş yapar.”

Her ikisi de aynı anda birer Barbun attı ağızlarına. Ardından birayı yudumladılar. Bu sefer Josephus sildi elinin tersiyle ağzını.

“Bak ne diyeceğim Karta. Yarın Alex’i de alıp bize gelsenize. Şu meseleyi etraflıca bir konuşalım, ne dersin?”

“Ben de bu teklifi ne zaman yapacaksın diye bekliyordum doğrusu. Tabii, geliriz. Saat 20:00 uygun mu?”

“Uygun uygun. Yarın yine haberleşiriz gün içinde.”

Karta kalan son Barbun’u ağzına götürdü ve bardakta kalan birayı da dikti kafasına. Garsondan hesabı istedi.

*

Josephus Romin o gece eve vardığında eşi Ivana ve kızı Lisa çoktan uyumuşlardı. Ayaklarının ucuna basa basa çalışma odasına geçti. Deri çantasını masasına koyup gözlüğünü ve not defterini çıkardı. O gün terapilerde hastaları için aldığı notlara baktı. Her gece muhakkak göz atardı defterine. Sayfaları çevirirken Montague’nin terapisinde not aldığı ismi gördü; Ebu’l Âlâ el-Maarrî. Ve o söz; “Beni dölleyenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek.”

Josephus bu isim üzerinde durmak istedi. İlgisini çekmişti bu adam ve bu söz. Birden aklına bir fikir geldi. Yarınki yemeğe Montague’yi de mi davet etseydi acaba? Aslında hasta ve terapistlerin bu ilişkilerini kendi hayatlarına taşımaları yasaktı. İlişki terapistin muayenehanesiyle sınırlıydı. Aksi halde meslekten men edilebilirlerdi. Fakat Montague’nin unutkanlığı ve Alex ile Karta’nin de güvenirliği sayesinde bu risk bertaraf edilebilirdi. Evet evet, yarın aramalıydı Montague’yi.

Defterini kapattı ve yatak odasına geçti Josephus. Ivana uyuyordu. Yüzüne düşen perçemi, soluduğu nefesle bir inip bir yükseliyordu. Bir süre öylece izledi onu Josephus. “Mutluluk bu” dedi içinden.. “Mutluluk bu nefes ve yan odada kızının uyuduğunu biliyor olmak.” dedi. Çocuğu olduğu için ne kadar sevinmişti Josephus.. Doğum oranlarının tüm dünyada yere çakıldığı, hükümetlerin, küresel şirketlerin TV’lerde, gazetelerde, radyolarda, internet mecralarında reklam üzerine reklam verdikleri, çocuk yapmayı teşvik ettikleri, tehlikenin artık çok yakında olduğunu bas bas bağırdıkları bir zamanda baba olmuştu Josephus. Devletin verdiği yüksek miktarda çocuk parası umurunda değildi, çocuk sahibi olmayı para için değil, mutluluğu için istemişti. Üzerini değiştirirken bir yandan da bunları düşündü Josephus.. Ivana’nın koynuna girince Ivana’yı hatırlayabildiğine sevinerek…

*

Josephus muayenehanesine geldiğinde Leo’yu randevu defterine bakarken buldu. “Günaydın Leo, bugün ilk gelen hasta kim?” Leo defterden kaldırdı başını. “Günaydın bay Josephus. Bugün ilk hastamız Alfredo Roswell.”

“Teşekkürler” deyip odasına yönelmişti ki, kapıdan Leo’ya bakıp “Leo, senden bir şey rica edeceğim. Bugün gelen hastalarımızın portmantoya astıkları ceketlerini bir kurcalar mısın? Biliyorum, istediğim hoş bir şey değil fakat gelen hastaların ilaç kullanıp kullanmadıklarını öğrenmek istiyorum. Şâyet böyle bir şey bulursan ilaç kutusundan bir adet çıkarıp ilacın ismi ve kullanan hastanın ismiyle not almanı istiyorum.”

Leo gülümsedi. İşin içinde kendince bir heyecan sezdi. “Tabii bay Josephus, yaparım tabi.”

Josephus tekrar teşekkür edip odasına geçti. Masasındaki saate baktı, 09.50’yi gösteriyordu. Bay Alfredo’nun randevusu 10.00’daydı. Zamanı varken Ivana’yı aramak istedi. Telefon iki defa çaldıktan sonra açıldı. ‘’Günaydın hayatım. Uyuyor muydun yoksa hâlâ?’’

“Tabi ki de hayır Joseph. Kendime çay yapıyorum.” Başkalarının aksine Josephus demezdi Ivana, Joseph demeyi daha uygun bulurdu.

“Güzel. Bak ne diyeceğim sana. Bu akşam eve Karta ve Alex gelecek. Ve belki Montague.. Bizim için hazırlık yapar mısın?”

Ivana’nın sesi şenlendi. “Tabi ki Joseph. Hem Karta’yı da özledim. Kaçta gelirsiniz?”

“Akşam 8 için sözleştik.”

“Tamam hayatım. Akşam görüşürüz o halde.”

“Görüşürüz hayatım.”

Josephus telefonu kapatınca saate baktı tekrar; 09.55’ti. Hasta birazdan gelirdi. Josephus geçen terapi notlarına baktı. Alfredo Roswell, 35 yaşında’ydı, 6. seansıydı, terapide bir ilerleme yoktu. İstisnasız her gece rüya görüyordu. Alfredo önceki terapide kendini bir limonata şişesinde yüzerken görmüş, şişenin dibinden kapağa doğru çıkmaya çabalarken tekrar dibe battığını söylemişti.

Kapı tıklandı, Josephus ‘’girin’’ dedi. Giren olmadı, daha yüksek bağırdı Josephus; “Girin!”. Pot kırmış bir çocuğun mahcubiyetiyle kafasını soktu içeri önce Alfredo. Sonra uysal bir şekilde içeri girdi. “Günaydın bay Josephus” deyip divana oturdu.

Josephus’un muayenehanesindeki divan, Doğu tarzında düzenlenmişti. 7 sene önce bu muayenehaneye taşınınca Karta’nin da tavsiyelerini almıştı. Ne de olsa Doğu toplumları üzerimde engin bir bilgisi vardı. Odasında yere serili bir Acem halısı, kendi masasının solunda, tam duvarın dibine dayanmış bir de haki renginde kanepe vardı. Kanepenin baş ucunda üzeri mor işlemelerle bezeli flamingo figürlü bir yastık konulmuştu. Kanepede uzanan kişinin statüsü ne olursa olsun masalsı ve çocuksal bir etki yaratıyordu bu.

Alfredo kanepeye uzanınca Josephus’un sorusunu beklemeden dün geceki rüyasını anlatmaya başladı. “İki dağın arasında, üzerine ağaç yaprakları dökülmüş şirin bir göl vardı. Ben, penceresi göle bakan kulübemin önünde oturmuş dalgın bir şekilde gölü izliyordum. Kulübem göle 20 adım uzaklıktaydı. Gölden bir kaplumbağa çıktığını gördüm. Kaplumbağa babamdı.”

Josephus, Alfredo’nun çocukluğuna dair çok az şey biliyordu. Hidrofobi korkusu olduğunu, buna rağmen babasının onu ısrarla balığa götürmekte direttiğini anlatmıştı bir terapide. Babasını gölden çıkan bir kaplumbağaya benzetmesini bu korkusuyla eşitlediğini düşündü Josephus.

“Daha önce hiç öyle bir kulübede yaşadın mı Alfredo?”

Alfredo gözlerini tavandan ayırmadı. ‘’Hayır ama hep istemişimdir. Bilirsin, doğa bizi umursamadığı için kendimizi en çok onda rahatlamış hissederiz. Sanırım Nietzsche söylemişti bunu.’’

“Peki rüyalarınla geçmiş yaşantın arasında bir bağ kurmayı başarabiliyor musun?”

“Biliyorum bay Josephus, Freudisyen terminolojiye göre muhakkak vardır. Fakat ben rüyaların bende yarattığı hazla ilgileniyorum. Ve bitsin istemiyorum bunlar…”

“Hoşuna mı gidiyor rüya görmek?”

“Hem de çok.. Rüyalarımın her birini kayda almayı ne çok isterdim. Uyurken bir gözlük taksaydık ve rüya gördüğümüzün bilincine varınca gözlük onu kaydetseydi. Tabi bunun için gözlüğün kaç Epicbyte kapasitesi olması gerekiyordu bilemiyorum.”

Fikir Josephus’a da hoş göründü. “Doğrusu çok harika olurdu Alfredo.”

*

İlk hastası Alfredo’dan son hastası Issa’ya her terapiye 40 dakika ayırdı Josephus. Bu arada Leo da boş durmamış, muayenehaneye giren hastaların ceketlerini, çantalarını kurcalamış, gördüğü her ilaç kutusundan bir adet almış ve hastanın adı ve ilacın adıyla birlikte bir deftere not etmişti. Leo iyi bir iş becermişti. Bu ilaçların bazılarının ne amaçla kullanıldığını biliyordu Josephus. Diğerlerini akşam yemeğinde Karta ve Alex’le konuşurdu belki. Çıkmaya hazırlanırken Montague’yi aramadığını hatırladı. Hemen hasta randevu defterinden ismini buldu ve aradı. Uzun bir çalıştan sonra telefon açıldı.

“Evet?”

“Selam Montague, Josephus ben” Birkaç saniyelik bir es verildi.

“Ah, evet, selam doktor.”

“Seni ne için aradığımı merak ediyor olabilirsin, endişelenme. Seni bu akşam bana yemeğe çağıracaktım.”

“Tabi, seve seve. Nereden alırsın beni? New Nose iyi midir?”

“Evet evet. 20 dakika sonra alırım seni oradan. Görüşürüz.”

Telefonu kapatınca Montague’nin kendisini aradığına hiç şaşırmadığını, hele hele yemeğe davet edişini gayet doğal karşıladığını anladı Josephus. Ne tuhaf adamdı.. Onunla doktor-hasta ilişkisi dışında sohbet edebilme fikri heyecanlandırdı Josephus’u. Karta ile Alex’ten çok onun söyleyeceklerini merak ediyordu.

*

Yugoslavya dağıldığında 5 yaşındaydı henüz Ivana. Anne, baba ve 2 büyük abisiyle uzun bir yolculuktan sonra ABD’ye göç etmişlerdi. Annesi o toprakların yemeklerini, bildiği 3 dili küçük yaşlarından itibaren öğretti kızına. Ivana bir yandan üniversitede Roma hukuku dersleri verirken, bir yandan da evinde Boşnak ve Arnavut yemeklerini de yapıyordu. Tükenmez enerjisi Josephus’u kendisine hayran bırakan en güçlü yanıydı.

Yine mükellef bir sofra kurulmuştu. Karta aşinaydı bu sofraya ama Alex ve Montague’nin gözleri bir an önce yemeğe geçmek istercesine dolanıyordu masada. Josephus’un şarabın mantarını ‘lap’ diye açmasıyla yemeğin işareti de verilmiş oldu. Montague bu yemeği anlatacak kadar anımsayacak mıydı acaba? Josephus bir yandan yemek yerken bir yandan da konuşmayı uygun buldu.

“Alex, Karta’nın gönderdiği anket verileri hakkında ne düşünüyorsun?”

Alex önündeki garnitürlü pilavdan bir kaşık aldı ve yutkundu.

“Benim için şaşılacak bir şey değildi bu Josephus. Çünkü durum daha vahim ve ben Sağlık Bakanlığı’na gönderdiğim son raporumda ayrıntılı bir malumat yollamıştım.”

Montague elindeki kadehi masaya bıraktı, dikkat kesildi. Alex devam etti.

“Bu anket sonuçları birçok sebebin bir sonucu aslında. Biliyorsunuz son 50 yılda dünya nüfusu hızla düşüyor ve devletler bunun insanların bilinçli aldığı bir karar olduğunu söylüyorlar. Şüphesiz ciddi bir oranı tutuyor ama tamamı değil.”

Karta, Alex’in ilk cümlesinden sonra dikkat kesilmişti. “Diğer sebep ne Alex?”

Alex sepetten bir dilim ekmek alıp ikiye yardı. “Şunu diyorum; insanların aldığı kararların dışında bir de devletlerin aldığı kararlar var Karta.  Devletlerin ön göremediği bir şeydi bu. Konformizmi yaygınlaştırarak ve artırarak mevcut süreğenliğin devam edeceğini sandılar. Fakat bu kayış 2040’lı yıllarda koptu. Bireyler çocuk yapmayı bir külfet saydılar. Bu konformizm sayesinde yaşama sınırları uzadı ve konformizmi çocuk yaparak bozmak istemediler. Devletler işte o zaman insanlara sağılan bir inek misyonu yüklediler. Baksana işçi sınıfına.. 100 yıl önceden ne farkı var. Hatta daha kötü durumdalar. 100 yıl önce insanlar 65-70 yıl yaşayıp bunun 30 yılı aşkın süresini çalışarak geçiriyorlardı. Şimdi ise 100-110 yıl yaşayıp bunun 70 yılını çalışarak geçiriyorlar. Bu uzun yaşamayı da sentetik ilaçlar, değiştirilmiş organizmalarla sağladılar. İşte devletler ve küresel şirketler bunu teşvik ettiler baylar. Doğurganlığın yere çakıldığını gördüler ve en azından doğmuş olanlardan uzun süre faydalanmak için ömürlerini uzattılar. İlaçların yan etkilerini de ya hesap etmediler, ya da umursamadılar. Bu deliler çağına böyle geldik. Yaşamaya değil, çalışmaya geldik.”

Montague başı eğik dinledi hepsini. Alex hem kendisini anlatmıştı, hem değil. Çocuk yapmama düşüncesini taşıyalı beri, bunun konforunu bozmamakla ilgisini olmadığını biliyordu. Aksine yaşadığı bu hastalıklı çağa Ebu’l Âlâ’nın deyimiyle bir günahkâr daha kazandırmak istemiyordu.

Alex konuşmasını bitirince masadakiler sustu. Hepsi sustu. Topluma bu kadar yabancı kaldıklarını, teoriler arasında boğulup kaldıklarını, fakat asıl gerçeğin; hayatın kendisinin yabancısı olduklarını anladılar. Konuşmak kandırmaca olacaktı. Sözün hakkı Montague’nindi… O da sustu.