“Kuşkusuz devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmi kimliği olmayan ben, neden bir savcının rolünü üsteleneyim ki? Ben savunmayı tercih ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”

İşte böyle demişti kadın Mrs C’ye. Bir Bebek Evindeki Nora gibi kadınların da seçme hakkının olduğunu bir kez daha hatırlıyordu. ilk gün tanıştığı bir erkekle kaçıp gitmesi –hele ki bir kadınsa asla Kabul edilemezdi. Erkeğin durumu sorgulanmazdı; sanki kaçan tek başına bir kadınmış gibi. Stefan Zweig “Bir Kadının Yaşamından 24 Saat” adlı romanında kıvrak zekasıyla inceden inceye dokunduruyor ruhumuza.

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı iki öyküden oluşan 122 sayfalık bir Stefan Zweig kitabı.
Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı iki öyküden oluşan 122 sayfalık bir Stefan Zweig kitabı.

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı iki öyküden oluşan 122 sayfalık bir Stefan Zweig kitabı elimizdeki. Kitabı okurken akışına kapılıp dalgalarla boğuşuyorsunuz. Çünkü Zweig’ın anlatım tarzı sizi alıp başka dünyalara götürüyor. Öyle güzel benzetmelerle kelime oyunları yapıyor ki, siz  ‘o’ kadın ve ‘o’  adam oluyorsunuz. Kitap hem bir kadının, hem de bir adamın hikayesini anlatıyor. Bizi kendi yalnızlıklarına, çaresizliklerine, yapmak istediklerine ve yapamadıklarına; olmak zorunda kaldıkları karakterler oluşlarının sahteliğine ve acımasızca onlara dayatılan normlar altında yaşamaya çalıştıklarını anlatıyor.

İlk hikayede Mrs. C’nin yıllarca kimseye anlatamadığı bir günlük  anısına şahit oluyoruz. Bu hikayeyi de sadece birkaç dakikadır tanıdığı bir kadına anlatıyor. Kadın olmanın, tutkuların, yapabileceklerimizin, aşkın, yalanların, tahribatların, mutsuzluğun, paranın, kumarın, toplumsal olarak ahlakçılığın ve ahlakçıların resmini getiriyor gözümüze. Hangimiz bugün aşkı tatmak istemiyoruz ki? Mantık olmadan sevmek ve tutkularının peşinden gitmek… Bir erkek olarak her yapılanın normal karşılandığı; ama bir kadının hele ki çocukluysa devrimlere karşı gelmesinin anlamsız olduğu bir çağı; bugünde de, yarında da ve gelecekte de bu durumun asla değişmeyeceğini söylüyor. Öyle güzel metaforlar kullanıyor ki, bir kemanın sesi de size etkileyen tınısı ile kıyas edilemez güzellikte.

“Fakat bu ellerin beni öncelikle korkunç derecede şaşırtan yanı tutkularıydı, anlaşılmaz tutkulu ifadeleri, birbirleriyle güreşmeleri ve birbirlerini tutuşlarıydı.”

Stefan Zweig
Stefan Zweig

İkinci bölümde bir erkeğin gözünden aile olmayı –olamamayı- yalnızlığı, ölümü ve bu ölümü tercih edişini, yozlaşmışlığını insanların, kavramların altının oyulduğu bir zamanı; Kafka’nın Dönüşüm’ünü andıran baba otoritesini ve günden güne kopma noktasına gelen aile kavramının kasvetli yapısını bir çırpıda okuyoruz. Okurken bazen kahramanımızın düşüncelerine kızıyoruz, bazen de yanında oluyoruz. İçinde sıkıştığı bu distopik vücutta varlığını sorgulayan, var olmanın acısını çeken yüreğini söküp atan ve onu daha canlıyken yok etmeyi başaran bir adamın hikayesini. Yüreği olmayan adam: uyuyor, görüyor; ama hissetmiyor. Hissedemiyor…

Bu iki hikayenin ortak kavramlarından biri de para. Paranın insan dünyasında yarattığı acılar, sinsice ruhumuza girip bizi dağıtan ve  bir uyuşturucu gibi tutsağı olmamızın ve değerleri yitirmemizi sğlayan bir trafik canavarı oluşunun hikayesi. Toplumsal bir yerde konum bulmanın yegane şartlarından biri de önce birey olabilmekken; birey olmamıza karar veren şeyin bu kağıt parçası olmasının trajik durumları kadın ve erkek olmanın üzerinden veriliyor.

Kalbini daha yaşarken durdurmayı başaran adamın nefessiz yaşadığının altını çizen şu satırlarla bitirmek istiyorum:

“Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman ille de kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan bir güç gerekmez, hatta gelişigüzel nedenle yıkımı yaratmak, kaderin ele avuca sığmaz heykeltıraş isteğini tahrik eder. Biz insanoğlu, kendi anlaşılmaz dilimizde bu ilk hafif dokunuşlara bahane deriz. Ve onun o küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam etkili gücüne şaşar kalırız; fakat bir hastalık nasıl sinsice ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak her şey gözle görülür hale geldiğinde ve olaylar başladığında kendini belli eder. Kader, yüreğe dıştan dokunmadan çok önce beyinde ve kanda içten içe ilerler her zaman. Kişinin kendini tanımaya başlaması aslında kendini savunmaya başlamasıdır ve bu çoğu zaman beyhude bir savunmadır.”

PAYLAŞ
Önceki İçerikSuffragette(Diren): Birinci Dalga Feminizm ve Oy Hakkı Mücadelesi
Sonraki İçerikİnternetten Fenomen Nasıl Olunur?
Hazel Güney
1990 yılının takvimleri 5 Ağustos sabahını gösterdiğinde dünyaya gözlerini açtı. Küçükken, kendi kendine senaryolar üretip, yine kendi kendine oynardı. Acaba deli mi bu kız diye düşünebilirsiniz! İlkokul hocası ise, bu küçük kızın tiyatroya eğilimi olduğunu söyledi. Büyüyüp, İstanbul Kadıköy Lisesi'ni (Yabancı Dil Ağırlıklı) bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’ne girdi. Yazmaya küçük yaştan beri başladı ve lise zamanında öykü dalında üç tane önemli başarıya imza attı. Kadıköy’de çıkan Sanat Yaprağı adlı aylık gazetede aklından gördüğü izlenimleri yazdı. Daha sonra İstanbul Gökkuşağı Kabare Tiyatrosu ve Tiyatro Boyalı Kuş’ta oyunculuk ve asistanlık yaptı. 2012- 2014 yılları arasında bugunbugece’de, tiyatro yazıları ve röportajlarının yanı sıra içerik sorumlusu görevini üstlendi. Şu anda Evrensel gazetesinde tiyatro yazıları, Egoistokur’da kitap yazıları yazmakta.