Geleceği görebilsem o kapıdan çıkar mıydım sandınız? Ama her şey hazırdı artık. Çantaları usulca arabaya atıp çoktan yola koyulduk. Ufak bir maceraydı oysa tüm dileğimiz. Çantalarımıza birkaç tişört ve şort attık , ufak bir çadır aldık… Kıyı şeridi boyunca önce Akdeniz’i sonra Ege’yi gezecektik. Kafamızın estiği yerlerde kalıp ertesi gün yolumuza devam edecektik. Sabah erkenden çıktık yola. Her zamanki gibi kahvaltıdan önceki sigaram ağzımda Kemer yoluna doğru devam ediyordum.

‘Gene mi bu şarkı’ diye sitem ettim Çağrı’ya. Şu boktan poptan ne anlıyordu anlamıyordum. Neyse sonradan adam gibi şeyler açtı Allah’tan. Yoksa 4-5 gün çekilmezdi bunlar. Önümde ağaçlar öyle bir uzanıyordu ki bazen gözümün önüne inandığı şeye ibadet eden insanlar görürdüm. Sahi , açmışlar elini kolunu , yalvar yakar dua ediyorlardı. Camı açıp selam vereyim dedim birkaçına , sevmediği biri laf atmış gibi yüzüme bile bakmadılar. Boynumu büküp devam ettim bende araba sürmeye.

Önce Olimposta durduk, tarihi kenti defalarca gezdiğimiz için dönüp bakmadık bile. Akşam güneşini sahilde uğurladıktan sonra dolunayı sahilde ağarlamak için hazırlıklarımıza başladık. Çağrı havlularımızı sofra niyetine sererken bende birkaç bira almak için yakınlardaki bakkala gittim. Çok güzel bir sohbet bizi bekliyordu. Dört köşeli soframızın bir yanında can dostum , bir yanında ben. Diğerlerini tahmin edersiniz umarım. Sevdiğimin gözleri gibi bir dolunay , sevdam gibi bir Akdeniz.

Her şey çok güzel giderken birden Akdeniz , huysuzlaşıp hırçınlaşmaya başladı. Sahilde oturup ara sıra denize giren gençler hemen çıktılar denizden. ‘Allah Allah’ dedim kendi kendime , ‘ne söyledikte kızdı şimdi?’. Çaktırmadan bana yukardan gülümseyen sevgilimin gözlerine sorayım dedim. O her şeyi anlamış ufaktan sırıtıyordu bana. Göz kırptı sahili göstererek. ‘Sahi ya’ dedim kendi kendime , sahile çıkan birkaç yavru kaplumbağayı görürken.

Artık bitmiş bir sevda gibi başımızı sokacak bir yer arıyorduk kör karanlıkta. Yolumuzun üstünde Adrasan vardı. Çağrı , Adrasan’da çadır kurup kuramayacağımıza bakarken – internette bir şey bulması hep uzun sürer ve ben çok uyuz olurum bu duruma. Sürekli operatörden yakınır ama ikimizinde operatörü aynı ve hiç öyle bir durum yok – yol kenarında bir oraya bir buraya koşan bir sincap gördüm. Zebani gibi gelen arabalardan ne yapacağını bilememişti galiba.

Sincabı çoktan geçmiştik ama yok sayamazdım onu , aynı daha karşıma çıkmayan şehirleri yok sayamadığım gibi. Geçmişi yok sayamayacağımızı herkes bilir ama kimse geleceği yok sayamamaktan bahsetmez. Gelecekte oralarda bir yerlerde. Bizi beklediğini sanmıyorum , bizimde ona gittiğimizi sanmıyorum. Hepimizin ayrı ayrı gittiği bir yerler var , ancak hiçbiri ‘gelecek’ değil. Gelecekte geçmiş gibidir aslında. Hedefimize varırken geçmişten geçtik ve biraz sonrada gelecekten geçeceğiz. Belki de biz ne geçmişten ne de gelecekten geçiyoruzdur. Gelecek , geçmişe gidiyordur belki. Giderkende yolu bizden geçiyordur.

Adrasan’a vardığımızda bir karavanın yanına çektim arabayı. Önünde bir teyzeyle bir amca sandalyelerine oturmuş laflıyorlardı. Amcaya selam vereyim dedim , aklıma ağaçlar gelince vazgeçtim. Çadırı kurduktan sonra Çağrı onların muhabbete başlamıştı bile. Bende yanlarına gittim. Karı koca almışlar bir karavan sahil boyu geziyorlarmış tüm ülkeyi. Yanlarında çok durmadık. Sandalyelerimizi kurup birer sigara içelim dedik , sonrada uyurduk hemen zaten. Paketimin bittiğini görünce Çağrı’nın mentollü sigarasını içmeye mecbur kaldım. Şimdi neyseydi de sabah sabah mentollü sigara içilmiyordu. Sigaralar bitince hemen çadıra geçip yattık. Gecenin bilmem kaçıydı saat galiba. Havludan yastığım pek konforlu olmasada iş görüyordu. Uykuya dalarken ‘ ne kullanışlı çıktı şu havlu ‘ dedim içimden. Akşam sofra oldu , şimdi yastık.

Ben saatler geçmiştir sanarken sadece yirmibeş dakika geçmişti sivri sinekler beni uyandırırken. Birkaçı ayağımın üstünde gezinirken birkaçı da karnını doyurmuş uyuyordu çadırın içinde. Çok geçmeden Çağrı’da uyandı. Hayvanseverler ne der diye düşünmeden öldürdük hepsini. Sonra tatlı uykumuza geri döndük , ne de olsa çok yolumuz vardı daha.

Bundan sonra anlatacaklarımı ne kadar yaşasamda hayal gibidir. Bir çığlıkla uyandım gene gecenin bilmem kaçında. Öyle bir çığlıktı ki sinekler çadırın içindeyken atılsaydı onları öldürmemize gerek kalmayacaktı. Çadırın içinden nasıl çıktım , uyumadan sohbet ettiğimiz amcanın cesedini nasıl gördüm bilmiyorum. Bir rüyadan ibaretti sanki her şey ve amcanın karısı bir rüya için ağıt yakıyordu. Hayatımda daha kötü bir manzara göremem diye düşünüyordum. Görürmüşüm oysaki.

Ambulans , polisler , o kadar insan nasıl geldi bilmiyorum. Ne kadar vakit geçti bilmem , ambulans amcayı hastaneye götürdü , polislerde beni alıp karakola. Karakola gidip ifade vermek sorun değildi benim için. Asıl sorun karakola giderken Çağrı’yı hiç görmemiş olduğumu farketmemdi. Polis arabasında hatırlamaya çalıştım her şeyi. Ama o çığlığın beni uyandırdıktan sonra hiç görmemiştim onu. Belki oralardaydı da ben görmemiştim. Öyle miydi sahi?

Sorguda konu hiç Çağrı’dan açılmadı. Zaten  öğrenci olduğumu , sabıkasız olduğumu olduğumu teyit ettikten sonra üstüme pek gelmediler. Yardım amaçlı sorular sorup durdular. Ama nasıl yardımcı olabilirdim ? Uyuyordum ve hiçbir şey duymamıştım. Karakoldan çıkıp olay yerine gittik. Arabayı aradılar. Sonra da numaramı her ihtimale karşı alıp gittiler. Benim aklımdaysa hala arkadaşım vardı.

Onlar gider gitmez çadırı toplayıp Çağrı’yı aramaya çıktım. Ama Adrasan’da sokaklar terkedilmiş bir şehir gibi kimsesizdi. Sokakların hep bir sahibi olduğunu görmüştüm bu zamana kadar. İnsanlar evlerine tıkılsalar bile hayvanlarındı sokaklar. Ama bugün onlarda yoktu buralarda. İki buçuk saatimi aramakla geçirdikten sonra ‘ya korkup kaçtı da sonra geri mi döndü’ diye düşündüm. Çadır kurduğumuz yere vardım ama orda yoktu. Arabayı park edip sahilde yürümeye başladım. İşte o zaman çok kızdım Akdeniz’e. Dün boşboğazlığından geçilmeyen hanımefendi şimdi çıtını bile çıkarmıyordu.

Telefonunu belki açmıştır diye son birkez daha aradım ama hala kapalıydı. Bende planladığımız gibi Fethiye’ye doğru yola koyuldum. Belki oraya gideceğimi düşünüp çoktan Fethiye’ye varmıştır diye. Beynim kötü senaryolar üretmeye bir an olsun ara vermiyordu.

  • Amcayı çağrı mı öldürmüştü ?
  • Amcayı öldüren çağrı’yı da mı öldürmüştü ?

Eğer durum bunlardan biri gibiyse Fethiye’ye boşuna gidiyordum. Ama olsundu , zaten beni Fethiye’ye götüren kalbimin cennet kıyılarına vuran fırtınalar değil , o kıyılara doğacak Güneş’in umuduydu.

Yolda otostop çeken bir genç kız vardı benimle aynı yaşlarda. Onu alıp yoluma devam ettim. Hiçbir şey konuşasım yoktu ama o hayat dolu kız çok enerjikti ve ayak uydurmam gerekti. Benimle aynı bölümü okuyormuş İstanbul’da. Biraz meslekten , biraz gelecekten konuştuk. Konuşmak istemediğim şeyse geçmişti. Ama onu durdurana aşk olsun! Ne zamandır yolda olduğumu , nereye gittiğimi sorunca sabah ki olaydan bahsetmeden anlattım her şeyi bir bir. Tabii Çağrı’dan da bahsetmedim. Galiba boş bulundum , bende ona sordum aynı soruları. O konuşmaya başlayınca kıyılarıma vuran fırtına çoktan çevirmişti çiçeklerimi ve gökyüzümde şimşekler çakıyordu.

  • Ailemle Adrasan’da karavanda kalıyorduk. Bilirsin aile ile tatil pek hoş olmuyor. Bende Fethiye’ye kaçayım dedim birkaç gün.

Şimdi öfkem bütün insanlığaydı. Bir insanda karavanını alıp gitmemişti dün gece Adrasan’a. İçimde bir umut bile yoktu şu güzel genç kızın o amcamının kızı olmadığına dair.

Fethiye’ye vardığımızda önceden planladığımız – Çağrı’yla tabii – kamp alanına kurduk çadırı. Ayşe’nin zaten bir planı yokmuş o da benimle kalacak. Ben etrafı dolanmak bahanesiyle Çağrı’yı arayıp durdum tüm alanda. En son burdanda umudumu kestim. Ayşe’yle dörder bira alıp sahile oturduk. Dolunay ortalıkta yoktu. Akdeniz’inde sesi çıkmıyordu. Ayşe durmadan bir şeyler anlatıp durdu. Ben ayrı kafadaydım. Biralar bitince çadıra gittik. Uyumadan birer sigara içtik. Benim sigaram yine bitmişti ve ben aynı dün geceki gibi mentollü sigaraya – ne kadar sevmesemde – talim etmiştim.

Sabah uyandığımda kendimi bu dünyaya ait hissetmiyordum artık. Sandalyenin cebindeki mentollü sigaradan bir tane aldım. Sonra bir tane daha. Kaç tane içtim bilmem , Ayşe uyandı. Paketi eline almış boş olduğunu gösteriyordu bana , yüzünde boş bir gülümsemeyle. Artık ne düşünecek aklım ne de dayanacak gücüm vardı tüm olanlara. En iyisi eve kaçıp adam gibi düşünmekti. Çünkü tüm dünya dar geliyordu.

Ayşe’ye mentollü sigarasından alıp döneceğimi söyleyip atladım arabaya. Yollarda ağaçlar gibi dua ettim , içimde sincapların korkusuyla. Mentollü sigara falan almaya gitmiyordum. Hayatının en acı günlerini belki de bugünden itibaren yaşamaya başlayacak Ayşe’yi yüz üstü bırakıp Antalya’ya dönüyordum.

Anahtarı deliğine sokmaya çalışırken , dört saatlik yolculuğumdan bir an bile yoktu aklımda. Belki de bu evden son çıkışımdan beri olanların hiçbiri yoktu. Elimin titremesi o kadar kötüydü ki kapıyı açmak çok uzun sürdü. Belki de evin kapısı değildi açılan , aklımın gizli kapılarıydı. Eve girdim , ayakkabılarımı çıkardım. Çağrı balkondan çıkıp ‘hani’ dedi. ‘Mentollü sigaram nerde?’

PAYLAŞ
Önceki İçerikChopin’in Kalbi ve Varşova…
Sonraki İçerikTanrım, Asuman’ı Bana Yaz!
Eren Kocakaplan
Memleketin verimli topraklarında, Adana’da yetişti. Doktorluk yolundaki yolunu 2016’da yarılamayı başardı. Hayatta algının gerçek olduğuna inanır. “Gerçek, her zaman gerçek değildir. Gerçek bazen gerçek olmayandır. Gerçek olmayanın gerçeğin ta kendisi olduğunu anladığımız zaman hayat daha keyifli bir hale bürünür. Gerçek olmayanın peşinden koşmanız dileğiyle...” artık Sanat Duvarı’nda.